SON DAKİKA
Hava Durumu

30 Ağustos'a karşı olmak

Yazının Giriş Tarihi: 03.09.2016 23:20
Yazının Güncellenme Tarihi: 03.09.2016 23:20
30 Ağustos’ta Afyon’da Yunanlıların kesin bir yenilgiye uğratılmasından sonra İzmir’e ulaşılması ancak on bir günde mümkün olabilmiştir. Yunanlılar Afyon’dan İzmir’e kadar  bütün şehir ve kasabaları yakacak zaman ve fırsat bulmuştur. İşgal döneminde yakıp yıkmadıkları her ne varsa kaçarken yakıp öldürüp gitmişlerdir. Yunanlıların böyle bir fırsat ve zaman bulması da şüphesiz ki Türk tarafının iyi idare edilmesini açıklamaktadır. Üstelik savaşta yenilen tarafın, sebep olduğu zarar ve ziyanları karşılaması insanlığın tarihi kadar eski bir kural iken Lozan Anlaşması ile Yunan tarafı Türkiye’ye tazminat ödemekten kurtarılmıştır.

Lozan müzakerelerine TBMM’de yapılan eleştiriler üzerine seçim kararı alınmış ve Mustafa Kemal / İsmet Paşa ikilisini eleştirenlerden hiç birisi seçimlere sokulmamış, kimlerin nereden aday olacağına tek başına Mustafa Kemal Paşa karar vermiş böylece seçime benzer bir işten sonra oluşan yeni meclis ise Ağustos 1923’te Lozan Anlaşmasını onaylamıştır.

Lozan Anlaşmasına yapılan eleştiriler genellikle “Sevr’i istiyorsunuz” suçlaması ile geçiştirilmeye çalışılmaktadır. Oysa Sevr Anlaşmasını Osmanlı tarafı onaylamamış resmi gazetesinde yayınlamamış ve Sevr’den önce askeri bir başarı yok aksine Güney Cephesinde iki ayda dört ülke kaybetmek gibi büyük askeri yenilgiler vardır. Bu yüzden Lozan ile Sevr’i karşılaştırıp, “bakın Sevr’e göre ne kadar güzel bir anlaşma yapılmıştır” demek gerçeği gizlemenin yanında Lozan ile Türkiye’ye yapılan büyük kötülüğü örtme çabasıdır.

Lozan’da sınırlarımız hakkında ki Misak-ı Milli kararlarının hiçe sayılmasının yanında Boğazların idaresinin yabancılara bırakılması, medeni hukuk alanında değişiklikler yapılacağının anlaşma metninde yer alması utanç vericidir. Çünkü hukuk alanında yapılacak değişiklikler İngilizlerin ısrarı, isteği ile anlaşmada yer almıştır. Bu yüzden cumhuriyet döneminde “hukuk inkılabı” ile şöyle oldu böyle oldu demenin hiçbir anlamı yoktur. Hukuk alanında yapılacaklara zaten İngilizler karar vermiş bu kararları da anlaşmada yer almıştır.

Birirnci Dünya Savaşında, İngiltere ve İtilaf Devletleri ile savaşan ülkelerin hemen hepsinde yönetim değişmiş sınırları da küçülmüştür. Almanya, Avusturya, Macaristan, Bulgaristan ve Osmanlı devletlerinde krallık/imparatorluklar kaldırılmış, cumhuriyet ilan edilmiş ve bu ülkelerin tamamının sınırları savaş öncesine göre küçülmüş, İngilizlerin isteklerine göre yeni sınırlar oluşmuştur. Türkiye’de padişahlığın kaldırılmasını, cumhuriyetin ilan edilmesini de dışarıdaki bu gelişmelerden ilgisiz görmek “zaten Mustafa Kemal Erzurum Kongresinden beri cumhuriyeti düşünmekteydi” diye açıklamak en hafif deyimle insan aklını aşağılamaktır.

Nitekim sonradan gerçekleşen olaylar da bu tarihin akışına göredir. Dönemin basınında meclisinde hiç gündemde olmayan yönetim değişikliği, 28 Ekim akşamında Mustafa Kemal’in “arkadaşlar yarın cumhuriyet ilan edeceğiz” demesi ile TBMM’deki yerini varlığını ona borçlu olan milletvekillerinin alkışları ile karşılanmış ve ertesi gün ilan edilmiştir. Mustafa Kemal kendisini padişah ilan edemezdi. İçerdeki ve dışarıdaki şartlar asla böyle bir şeye uygun değildi. Bu yüzden şeklen padişahlıktan farklı gerçekte Mustafa kemal’e verilen yetkiler nedeniyle hiçte padişahlıktan farklı olmayan bir cumhuriyet ilan edildi.

Mustafa Kemal Paşa’nın başkomutan olmak için “kendisine meclisin yetkilerinin devredilmesini” istemesi, onun ulusal hakimiyet anlayışını göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Son kez başkomutanlık yetkisinin uzatıldığı Temmuz 1922’den aşlayarak ölünceye kadar ulusal hakimiyet onun üzerinde kalmıştır. Çünkü istediği karar TBMM’de çıkmayınca milletvekillerine hitaben açıkça “ihtimal bazı kelleler uçacaktır” tehdidini yöneltmesi ve uygulaması “ulusal egemenliğin” o dönemde yalnızca adının olduğunu açıklamaya yeterlidir. Sonra ki yıllarda da onun tarafından istenen ama meclis tarafından kabul edilmeyen hiçbir kanun örneği yoktur. Meclis onun dediklerini karar haline getirmekle görevli sayılmıştır. M.Kemal Paşa’nın cumhurbaşkanı unvanı ile kullandığı yetkiler, meşrutiyet dönemi padişahlarından birkaç katı fazla ama  mutlakıyet dönemi padişahlarının yetkileri ayarındadır. Onun döneminde ulusal egemenliğin olduğu ve TBMM tarafından kullanıldığı iddiaları külliyen tarih dışı, gerçek dışı hayali iddialardır.

Mustafa Kemal Paşa dönemi için yapılan eleştirilerin, padişahlık taraftarlığı veya cumhuriyet karşıtlığı diye açıklanması da inandırıcı değildir. Çünkü cumhuriyetin adında başka hiçbir etkisi ve kurumu yoktur. Her işe bir kişinin karar vermesi, o kişinin kararlarının tartışılamaz, sorgulanamaz sayılması cumhuriyet kavramı ile açıklanamaz. Çünkü cumhuriyet, yönetim alanında halkın karar verici olması, halkın tek ve en üstü yetkili sayılması demek iken bu dönemde hemen her konuda yapılan köklü değişikliklerin hiç birisi halkın onayına sunulmadığı gibi onların “değiştirilmesi teklif dahi edilemez” şeklinde bir anayasa maddesi haline getirilmesi, tek adamlı yönetimdeki takıntıyı göstermesi bakımından da ibretliktir.

30 Ağustos’ta Türk tarafı kimlerle ne için savaştı? Türklerin savaştığı Yunanlılar Avrupa uygarlığının hem temeli hem temsilcisi sayılmaktaydı. O uygarlığın bütün icapları, daha sonra hükümet zoru ile “muasır medeniyet” adıyla Türk halkına kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Bütün bu baskılara zorlamalara itirazların, “yoksa siz 30 Ağustos’a karşı mısınız?” diye geçiştirilmesi ve halkın bu savaştaki büyük fedakarlığının “muasır medeniyet” uğruna heder edilmesine halkın gözlerini kapatmasını istemek anlamsızdır.
Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar
Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.