SON DAKİKA
Hava Durumu

Gölgeden Tanrı’ya (ı)

Yazının Giriş Tarihi: 11.03.2020 21:07
Yazının Güncellenme Tarihi: 11.03.2020 21:07

Zil Arapçada gölge anlamına gelen bir kelimedir. Yaratılmış durumunda olan canlı cansız bütün nesnelerin güneşe maruz kalmalarında gölgeleri ortaya çıkar. Güneşten gelen ışınların açısına göre de gölgeler uzayıp kısalır. Nesneler için geçerli olan bu kelime doğrudan yaratıcı için, Allah için kullanılabilir mi? Yine bu kavram sultanlar için, Allah’ın gölgesi demek olan “zillüllah” şeklinde kullanılabilir mi? Böyle bir nitelendirmeyi tarihte ilk defa kim yapmıştır? Tarihi metinlere müracaat edildiğinde kullanıldığı iddiası görülür.
Daha çok tarihçiliği ile bilinen Beyhaki (Ö.1066) Es-Sünenü’l Kübra, Şuabü’l İman adlı eserlerinde Hz. Muhammed’in Sultanları “zillüllah” diye nitelendirdiğini iddia etmiştir. Hadisçi olarak bilinen Nevevi (Ö.1277) ise bu nitelendirmenin mecazi olduğunu, halkın refah ve nimetler içinde hoş bir hayat imkanı sağlayan yöneticiler manasında kullanıldığını savunmuştur. (Şerhü Sahihi Müslim, XVI, 123)
Sultanların görevleri arasında İslami kuralların uygulanması temel esas olarak zikredilir. Bu esastan hareketle Sultanların İslami kuralları uygulamaları doğrudan Allah’ın iradesinin tecellisi gibi nitelendirmeler de iddia konusu yapılmıştır. Bu anlayışta olanlardan Vezir Nizamülmülk (Ö.1092) Ahkamü’s-Sultaniyye adlı kitabında; “Ed-din ved-devle tev’eman la yefterikan / Din ve Devlet ikizdir birbirinden ayrılamazlar” görüşüne yer vermiştir.
Dinin kurallarını uyguladığı kabul edilen sultanların durumu da giderek normal bir fani sınırını aşmıştır. Hayırlı işler yapan insanları övmek, takdir etmek için kullanılan kelimeler artık sultanlar için yetersiz sayılmıştır. Doğrudan Allah’ın adıyla birlikte kullanılan kelimeler tercih edilmiştir. İşte Zillüllah’da o kelimelerden birisidir.
Böyle bir anlayış nasıl ortaya çıkmıştır? Cebriye diye anılan kelam mezhebinin payı bu anlayışın yaygınlaşmasında, tarihi metinlerde yer almasında büyük olmalıdır. Çünkü Cebriye, bütün insani davranışları doğrudan Allah’a nispet eden, insanın iradesini, tasarrufunu yok sayan, hemen her işi Allah’tan gelmiş kabul eden bir görüşe dayanmıştır. Daha çok Emevi sultanları yapıp ettikleri her işi, “Allah dileseydi yapamazdım, Allah dilediği için yaptım, madem Allah’ın dilemesiyle yapıyorum, o halde yaptıklarım onun takdiridir, siz de bu takdire razı olup itaat edin” diyerek zulümlerini meşru göstermeye çalışmıştır. Emevilerin sahiplendiği Cebriye anlayışının, sonradan gelen sultanların işlerini de büyük ölçüde kolaylaştırmıştır. Bir savunma alanı, hayali meşruiyet kalkanı oluşturmuştur.
Şaşırtıcı olan benzeri görüşün İmamiyye Şiası’nda da etkili olmasıdır. Çünkü onların görüşüne göre de İmamların söz ve kararları, doğrudan ilahi tasarrufa dayalıdır. Onlara itaat etmek Allah’a itaat etmek olduğu gibi onlara muhalefet etmek de Allah’a isyan etmek demektir. İmamların yeri o kadar önemli sayılmıştır ki, Evrenin yaratılışında da önce Hz. Muhammed’in, ardından 12 İmamın ruhlarının ve sonra diğer bütün varlıkların yaratıldığını Ayetüllah Humeyni bile iddia etmiştir. Böylece İmamların durumu Evrenin yaratılmasında da ilahi bir ayrıcalığa, önceliğe muhatap sayılmıştır. İmamet anlayışı Şah İsmail döneminde, Hatayi mahlası ile bazen kendini doğrudan Tanrı, bazen O’nun yegane mücessem temsilcisi sayması ile gelişmeye yeni içerik kazanmaya devam etmiştir.
Zillüllah anlayışı Ziya Gökalp ve İbrahim Kafesoğlu’nun görüşlerine bakılırsa Türklerin İslamiyet öncesi inançlarına, Şamanlığa kadar gitmektedir. Çünkü Türklerin hakimiyet telakkisine göre, hükümdara ülkeyi yönetme hak ve yetkisini (Kut’u) doğrudan Tanrı vermektedir. Kut yetkisi ailededir (hanedandadır). Ölen hakanın yerini alan hanedan mensubuna Tanrı Kut’u vermiş demektir. Bu yüzden hanedan kutsal bilinmiştir. (Türk Medeniyeti Tarihi, Türk Milli Kültürü)

İbn-i Fadlan’ın iddiasına göre İdil Bulgar Hükümdarı “Aziz ve Celil olan Allah, bana İslamiyeti ve Müminlerin Emirinin devletini nasip etti. Ben O’nun kuluyum, O beni ümmete kral yaptı” demiştir (Rihle, Çeviren Ramazan Şeşen). Böylece İslamiyet öncesi hakimiyet anlayışının biraz şekil ve isim değiştirerek ama büyük ölçüde içeriğini koruyarak devam ettiği görülmektedir.
Osmanlılarda da bu anlayışın devamı gibi görünen, padişahları “zillüllah” diye adlandırmak ilk defa Fatih Sultan Mehmet’in çağdaşı olan Tursun Beg tarafından , Tarih-i Ebu’l Feth adlı eserinde  yapılmıştır; “Güftar der zikr-i ihtiyacı halk be vücud-i şerifi padişah-i zillüllah” (Neşreden Metrol Tulum, s.10-15). Fatihin bu nitelendirmeden haberi olmuş mudur, olmuş ise Tursun Beg’e iltifat mı etmiş yoksa cezalandırmış mıdır? Bu konuda bir bilgi yoktur.
Ancak Osmanlı padişahlarının en azından bazılarının bu nitelendirmeği kabullendikleri de olmuştur. İşte onlardan birisi Kanuni Sultan Süleyman’dır. Fransa Kralı 1. Fransuva’ya gönderdiği ünlü mektubunda kendisi için zillüllah” deyimini kullanmıştır. Kanuni’nin kendisi için zillüllah deyimini kullanmasında, halifeliğin doğrudan bir etkisini düşünmek gerçekçi olmaz. Çünkü Tursun Beg’in kitabında bu deyimi Fatih için kullanmasına bakılırsa Kanuniden önce bir geçmişi vardır. Üstelik Fatih’in halifelik gibi bir unvanı da yoktur. Yine de Kanuni’nin bu deyimi benimsediği, Fransa Kralına yazdığı kendi mektubunda yer vermiş olması oldukça önemlidir.

Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar
Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.