SON DAKİKA
Hava Durumu

Bütün bir varoluşun parçasıdır dil

Yıldız Ramazanoğlu, bir aktivist bir yazar… Dinamik bir zihne sahip. Birçok farklı kesimin, farklı sivil hareketin içinde yer almış, insanları dinle

Haber Giriş Tarihi: 10.02.2013 22:29
Haber Güncellenme Tarihi: 10.02.2013 23:29
Kaynak: Haber Merkezi
https://sehirmedya.com/
Yıldız Ramazanoğlu, bir aktivist bir yazar… Dinamik bir zihne sahip. Birçok farklı kesimin, farklı sivil hareketin içinde yer almış, insanları dinlemeyi öğrenmiş bir yazar. Yıldız Ramazanoğlu ile özellikle Türkiye’nin son dönem siyaseti ve siyasi tartışmaları üzerine bir söyleşi yaptık. Ve Ramazanoğlu’nun vicdanın terazisinde tartmadan hüküm vermekten nasıl da kendini sakındığını gördük.



 

Milliyetçi bir aile ortamında yetiştiğinizi söylüyorsunuz. Bu aile ortamı sizde nasıl bir tarih algısı oluşturdu; bu algınızda zaman içinde bir değişiklik oldu mu; tarihe nasıl bakmaktasınız?

 

Tabii ki benim yetiştiğim ortamda Türk olmak merkezi bir önemdeydi; dolayısıyla dünyanın Türk Milleti’nin çevresinde döndüğünü düşünüyordum. Çocukluğumda ve sonraki lise çağlarında durum böyle idi. Daha sonra yavaş yavaş başka milletlerin de olduğunu, uluslar, ırklar, milletler arasında bir alt üst hiyerarşik ilişkisi kurulamayacağını, bunun yanlış olduğunu hissetmeye başlamıştım ama yine de Türk Millleti’nin en üstün olduğu, Türk’ün Türk’ten başka dostunun olmadığı, büyük göçlerde bir sürü ırkın, millet telef olup, asimile olup giderken Türkler’in ayakta kaldığı, Ergenekon’dan çıkış… Kendimi bir asena gibi hissediyordum yani. Üniversite çağlarımda sorgulamaya başladım. Zaten Ülkücü hareketin içindeydim. Hatta Ülkücü hareketin yönetim kurulundaydım. Muhsin Yazıcıoğlu ile beraber çalıştım. O zamanlarda bu ayrışma biraz başlamıştı. Çünkü yavaş yavaş İslami birikime de sahip olmaya başlayınca sadece bir ırk temeli üzerinden varoluş inşa etmenin eksik olduğunu, bizi fakirleştirdiğini, azalttığını hissetmiştim. Aslında bu ümmet bilinci ile beraber başka milletlere de açılmaya başlamıştık. Sonrasında “Ülkücü Hareket”in “Bozkurtlar” ve “Hilaller” diye ikiye ayrılma durumu da oldu. O dönemde Nihal Atsız çizgisi takip eden sadece  “Biz Türküz” diyen insanlar Bozkurtlar tarafında kaldı. Bu Türklük’ün içerisine İslami birikimi katan, ümmeti dikkate alan, bir fikir üreteceği zaman, bir kurtuluş düşündüğü zaman bütün dünyayı içine almasa bile en azından Orta Doğu’yu içine alan bir konsept… Böyle düşünenlere Ümmetçi denmeye başladı. Biz dışlandık hatta üstümüz çizildi açıkçası. Tabi üstümüz çizildikten sonra bir arayış başlıyor. Bu arayışla birlikte Türkiye’de farklı halkların olduğunu gördük. Bu insanlarla Osmanlı konsepti içinde, kardeşlik bilinci içinde konuşulup bir arada, yan yana yaşama... Yan yana yaşama derken kimse kimsenin inancında kaybolup gitmiyor; herkes kendini sonuna kadar ifade edebiliyor. Buna rağmen bir arada yaşama; bu da ötekinin varoluş biçimine, hukukuna saygı göstermekle alakalı. Bunlar zaman içinde bende iyice gelişti. Seyahatler yaptım; farklı insanlarla tanıştım bir araya geldim. Yine Avrupa’dan gelen bir komşumuz vardı 10 yıl onunla komşuluk ettik. Sonra Ermeni arkadaşlarım oldu

Komşumuz Diyarbakır’dan, Adıyaman’dan gelmiş. Adı yoktu onların, kürt denemiyordu onlara. Adıyaman’dan gelmiş komşumuz yanılıp yakılıp da “Biz de Kürtüz” dediği zaman aramıza bir soğukluk girdiğini fark ediyordum o zamanlar. Bu yanlıştı aslında. Bir anda sanki ipler kopuyordu. O inkar, asimilasyon politikaları hepimizi zehirlemişti. Biz de o eğitim sürecinden geçtiğimiz için… Zaman içerisinde bu algılarım değişti tabii ki.

Üniversite yıllarınızdaki gözlemlerinize bakarak söyleyecek olursanız o yıllarda Ülkücü cenahın İslam ile daha özelde Kur’an ile ilişkisi nasıldı sizce; günümüzde bir değişiklik var mı?

Ülkücü Hareket şudur aslında: İslam’ı sever, benimser, Müslüman olduğunu söyler ve Kur’an’ı başının üstünde taşır. Ama açıp da o Kur’an’ın içine bakmaz. Orada ne yazmaktadır; bize ne vaat ediyor; Kur’an ya da bizden ne istiyor? Bizim Kur’ani açıdan sorumluluklarımız nedir? Böyle bir çaba hiç olmamıştır. Sadece başının üstünde taşımakla olmuyor. O kitap okunmak ve bir şekilde hayata geçirilmek için. Böyle bir ilişkisi vardı ülkücülerin.

Biz açıp okumaya başladık. Bir de şöyle bir korkutulma da vardı Müslümanlar arasında bu hem Türkiye’de hem de bütün dünyada geçerli olan bir şey: Kur’an’ı herkes anlayamaz bunun için uzmanlık gerekir. Ancak bunu alimler açıp okuyup anlayabilir. Dolayısıyla Kur’an’ı açık okumaya çalışmak onun mealinden ne anlattığını anlamaya çalışmak çok tehlikeli, çok tekinsiz, sakıncalı, kontrolden çıkabilirsiniz, yanlışlar yapabilirsiniz, anlayamazsınız. Oysa Kur’an’daki ayetler muhkem ve müteşabih ayetler. Muhkem ayetleri ortalama 80 IQ’su olan herkesin anlayabileceği ayetler. Dolayısı ile herkesin anlayabileceği sade yalın bir dille anlatılmış. Mesela namazı dosdoğru kılın. Bunu şimdi anlamak için… yahut da insanlar arasında adaletle hükmedin. Pekala biz adaletle hükmetmenin ne demek olduğunu biliyoruz. Ne demek? Kendin için istediğini herkes için istemek. Bunları anlamayacak bir şey yok. Biz de korku ile cesaret arasında okumaya çalıştık üniversite yıllarında. Okuyunca önümüzde koca bir dünya açıldı. Bildiğimiz,inandığımız her şeye yeniden bakmak, yeniden görmek durumunda kaldık. Zaten Kur’an’ın temel hedefi de budur. İnsanların yeniden düşünmesini sağlamak. Kafadaki ezberlere yeniden bakmayı sağlamak. Bu arada ekleyeyim; Ülkücü hareket hâlâ açıp okumadı.

“Türk ulusu” kurgusu için sağlam bir zemin arayışları olduğundan bahsediyorsunuz. Nasıl bir “Ulus” kurgulandı sizce; bu ulus kurgusunun içinde Kürtlerin yeri neredeydi mesela?

Aslında 1. Dünya Savaşı’ndan sonra başladı her şey. Biraz da haklı sebeplerle başladı. O yüzden her zaman diyorum: Vur fakat dinle. Geçmişimize dönüp baktığımız zaman, gerçekten bir noktada bunun gerekli olduğunu görüyorsunuz. Hakikaten dağılan bir Osmanlı hinterlandı, milleti oldu -biz Osmanlı’ya ulus diyemeyiz çünkü bir millet var ortak kader birliği yapmış halklar var Osmanlı’da,hala şu anda kendini Osmanlı konsepti içinde gören insanlar var.  Mesela Yunanistan’a gitmiş mübadele ile ama kendini bir Osmanlı olarak görenler var- bu dağılma başladığında bir panik yaşanıyor. Esasta kurucu özne olan Türk milleti, Türklük’ten söz etmekten, adını söylemekten, bunun üzerine bir şey inşa etmekten hep sakınmış. O büyük fotoğrafı ayakta tutmak için sakınmış. Ama şimdi o fotoğraf dağılıyor, o fotoğraf lime lime oluyor. Durum bu vaziyetteyken bir panik yaşandı ve Türkler’e, bari biz de bir ulus olalım, kendi değerlerimizi, kendi var oluşumuzu inşa edelim; merkezde bir devlet olalım fikri hâkim oldu. İşte tam da bunu yaparken, yine o merkezi devleti kurarken diğer insanları yok sayan bir konsept olmamış olsaydı her şey iyi gidecekti ama İttihat Terakki’nin yaklaşımı sonra Jön Türkler’in yaklaşımı tabi ki Atatürk’ün yaklaşımı gerçekten Türk olanların dışındaki yok sayıldı. Mübadeleler oluyor, Ermeniler tehcir ediliyor. Zira bu tehcir yarı yarıya ölümcül bir şey. Tabii ki bunların bir başlangıcı var. böyle diyoruz ama ben aynı zamanda Kahramanmaraşlı bir ailenin çocuğuyum ve bütün çocukluğumuz Maraş’taki Ermeni halkın Fransızlar’a  nasıl Müslüman evleri tek tek göstererek Müslümanları öldürttükleri hikayelerini de dinledik. Ama öte yandan ben şu anda Ermeni halkının varoluş mücadelesine katkı vermekteyim. Çünkü ikisi ayrı şeyler. Bunlar yaptı ama biz de yaptık. Ve biz vur diyince öldürdük ve çok ileri gittik. Bir halkın kökünü kazıdık bu da çok açık. Bu açılardan baktığımız zaman durum bir hayat memat meselesi idi fakat Cumhuriyet’in ilk kuruluş konseptinde 1921’deki anayasada herkes yerli yerinde tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi. Ama daha sonra birden bundan vazgeçildi. Dini İslam ibaresi de dahil.  İkinci etapta 1924’ten itibaren Dini İslam’dır ibaresi anayasadan çıktı, halifelik lağvedildi, her şey bir anda oldu. Harf devrimi yapılıyor, geçmişle bağlarımız koparılıyor. 1923’te yeni doğmuş bir halktan söz edilmeye başlanıyor. Bütün geçmişimiz, sizi siz yapan değerlerinizin, kültürel birikimlerinizin ne kadar eski ve arkaik olduğu size söyleniyor. Yeni millet kurulurken aslında Kürtlerin var olmadığı, onların aslında Türk oldukları ve bunun farkında olmadıklarından bahsediliyor. Onların bir dilleri var ama onun da ne olduğu belli değil, belli olmayan bir dilde konuşuyorlar diyorlardı bundan 6 ay öncesine kadar bile. Yaşayan bir dilden bahsediyorlar. Yaşayan bir dil ne demek? İngilizce yaşayan bir dil ama adı var; Fransızca da yaşayan bir dil ama adı var: Fransızca. Kürtçe de yaşayan bir dil. Sonuçta biz hani Avustralya kıtasındaki yerlilerin dilinden bahsetmiyoruz. Yaklaşık 30 milyon insanın konuştu üzerine edebiyat yapılmış, sineması yapılan ama asimile edilmeye çalışılmış bir dilden bahsediyoruz. Alimleri var bu dilin, yüzyıldan beri bu dille tefsirler yapılmış, alimler Kürtçe vaazlar vermiş, medreseleri var, koca bir dünya var bu dille inşa edilmiş. Böyle olunca kuruluş yanlış başladı aslında. Şimdi Cumhuriyet’in kuruluş felsefesinde bir kere Müslümanlardan hoşlanılmamış. Ancak izin verildiği oranda, kendi iç dünyanda yaşayabileceğin bir din olması gerektiği düşünülmüş. Bunun haricinde dış dünyaya tamamen pozitivist bakılmış .Şimdi olmasa bile bilimin gelecekte her şeyi açıkladığına iman edilmiş; her şeyi bilimle açıklamaya çalışan yeni bir din; pozitivizm denilen bir din benimsenmiş. Avrupa bile bunu terk ederken… Her şeye geç kalıyoruz ya… Arkasından Kürt halkını reddediyor. Arkasından Alevileri reddediyor, sonra Sünniliği de tanımlıyor; Sünniliğin de içi boşalıyor. Onu siz sonsuza kadar kendi özgünlüğünüz içinde yaşayamazsınız. Bu baş örtüsü yasakları da bunun bir parçası zaten. Bu şartlar altında öyle bir anayasa ve millet oluşturuluyor ki hiç kimse kendini Cumhuriyet’in içine dahil edemiyor. Halide Edip Adıvar bile bu milletinden içinde değildi neden? Cumhuriyet kadını diye bir şey tarif ediliyor. Bu Cumhuriyet kadını ben değilim; o değil, Halide Edip değil, hatta ve hatta cumhuriyetçi fırkayı kurmaya çalışan Nezihe Muhiddin değil; kim peki bu Cumhuriyet kadını? Anlayamıyoruz bir türlü. Hâlbuki “Cumhuriyet kadını” diye tarif edilen dar bir tanımın yerine “Cumhuriyet kadınları” diye bir şey konsa hepimiz onun bir parçasıyız. O öyle tarif ediyor bu böle içinde yer alıyor. Zaten biz de Osmanlı değiliz; doğum tarihimiz belli. Büyük şehirlerde yetişmişiz, Cumhuriyet’in içindeyiz cumhuriyet kadınıyız buna da bir itirazımız yok. Krallık, padişahlık değiliz yani. Okuduğum okullar son derece sekülerdi. Zaten ailem modernleşmiş insanlar. Bu şartlar altında ben niye bu halimle Cumhuriyet kadını değilim ki. Çok bir dar bir çerçevede idi çizilen ve biz sığmadık.



AK Parti ile birlikte Türkiye’de farklı bir siyasi atmosferin yaşandığı bir vakıa. Bu süreçte yürütülen politikalara baktığınızda öncekinden farklı olarak Türkiye’nin geçmişi ile yüzleştiği söylenebilir mi?

Kesinlikle düşünüyorum. Bunu düşünmemek hakşinaslık olmaz diye düşünüyorum.  Ak Parti’nin tabanına ve kurucu heyetine baktığımız zaman içinde birçok dostlarımız var, gerçekten hepsi biraz önce bahsettiğim ulus anlayışının tokadını yemiş ve bunların yanlış olduğunu görmüş. Kendi uğradıkları acılardan yola çıkarak kendi dışlarındaki farklı ayrımcılıkları da görmeye başlamış. Benim “Görme Bahçesi” kitabım da bu işte. Görmeye başlamak yavaş yavaş üzerimizdeki o ölü toprağının kalkmaya başlaması ve kalp gözümüzün açılması. Dolayısıyla böyle insanların ortaya koyduğu bir topluluk. Artık bütün bu acılar yaşanmasın bizim başımıza gelen başka insanların başına gelmesin zihniyeti ile yola çıktılar. Bu çok halisane idi. Sonra Tayyip bey 2007’de idi, ben hiç unutmuyorum, Adıyaman’daydım ben, o zaman Diyarbakır’da bir konuşma yaptı ve şunu söyledi: Devlet çok hatalar yaptı. Devlet de özür dileyebilir; niye dilemesin! İkinci unutmadığım cümlesi ise “Türk Milleti yerine Türkiye Cumhuriyeti şemsiyesini öneriyorum demişti. 2007’de bunları söyleyen başbakanımız. Zaman içinde bazı baskılardan dolayı bir ileri bir geri iktidar bir hayli yalpaladı diye düşünüyorum. İktidar mevcut şartlar tamamı ile değiştiremeyeceği için belli bir kısımla uzlaşma sağlandı gibi hissediyorum ben. Ama şimdi buda terk edildi. Her şey aşama aşma gerçekleşiyor ama biraz acele edilirse belki biz de iyi şeyler yaşayacağız. En son duruma bakacak olursak mevcut süreçte inanılmaz şeyler yaşanıyor. Gülten Kışanak’ın şu beyanatını çok önemsiyorum mesela: En son yapılan kongrede kocaman insan boyu Türk bayrakları asmışlar salona. Daha önce asılmıyordu. Ona sorduklarında siz böyle yapmazdınız diye “Bu bayrak bizi temsil ediyor. Bunun yadırganması kötü. Yadırgamamalısınız. Bu bayrak bizim de bayrağımız” demesi bence barış noktasında çok iyi bir noktaya geldiğimizi gösteriyor. Bizi yan yana getirebilecek her şeyi dile getirin deniliyor ki bunlar daha önce olmamış şeylerdi. Daha önce bunları dile getiren insan 30 sene yatardı.

Başbakan son dönemlerde “Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır”diyor son zamanlarda bunu nasıl değerlendirirsiniz?

İnsanlar bakan olmak, cumhurbaşkanı olmak falan istemiyor. İlk önce kendi kimliğinin kabul edilmesini bunun sindirilmesini istiyor. Şerafettin Elçi bakanken ben Kürdüm dediği için 1 yıl hapis yattı bu ülkede.

1990’ lardan bu güne değin Türkiye’de birçok farklı kesimin sivil toplum hareketi olduğundan bahsediyorsunuz bir yazında. Bu hareketlerin kesiştikleri ortak noktalar var mı varsa nelerdir; bu sivil hareketler günümüzde beraberlik bilinci oluşturabilmişler midir?

İnsanlar emek, eşitlik, özgürlük, adalet üzerinden ortaklaştılar. Bence harika buluşmalar yaşandı. Benim için bu hareketlerin en önemli tarafı daha önce hiçbir şekilde daha önce en ufak bir temasta bulunmamış insanların yüz yüze gelmesi oldu. Siz bir tablodan bahsedeyim ki hakikaten benim gözlerimi yaşartmıştır. Darbelere dur de organizasyonu,  darbelere dur demek için yetmiş adım organizasyonu… Taksimde çeşitli kesimlerden insanlar yan yana yürüyorlar. Ben bu manzarayı görünce gerçekten şok yaşadım. Bu hiper gerçeklik bir şeydi. Ben bunları yaşadım daha önce çok da sıcak yaklaşamayacağınız insanlarla bir araya geldik. Bizim içimizde aslında bu dünyada kendi varoluşuna göre güven içinde yaşamak, mutlu olmak… Bunlar var içimizde. Bu düşmanlıkların kalıcı olamayacağını fark ettik. Şu anda çok insanla iletişim içindeyim ki gerçekten…

Bildiğiniz üzere son zamanlarda ana dilde eğitim konusunda tartışmalar biraz daha şiddetini artırmış durumda. Bu bağlamda sormak istiyorum, “dil”i ontolojik açıdan nasıl tanımlıyorsunuz; buradan hareketle anadilde eğitim konusunda neler söylersiniz? 

Dil aslında Haidegger’in söylediği gibi varlığın evidir. Kesinlikle var olduğumuz ve kendimizi ifade ettiğimiz yer. Ben dile ekolojik olarak bakıyorum. Siz arslanrın var olmadığı bir dünya düşünebiliyor musunuz? Dil böyle bir şey. Bütün bir varoluşun parçasıdır dil. Rum suresinde dilin nasıl anlatıldığına bakalım. Rum suresinde yerlerin ve göklerin yaratılması ile başlanıyor. Ondan sonra bütün bir doğanın var edilmesi, gecenin ve gündüzün birbirini takip etmesi, aramızda sevginin var olması için de dillerin farklı farklı yaratılması ve bir ünsiyetin var olmuş olması. Düşünün yeryüzünün hepsi İngilizce konuşsa ne kadar korkunç bir şey bu. Kürtçe ekolojik olarak da yaşatılması var edilmesi gereken bir dil. Mesela İsviçre’de insanlar İtalyanca, Almanca ve Fransızca konuşurlar. Doğu’ya atanmış bir insanın hiç değilse oradaki insanları anlayacak kadar Kürtçe öğrenmesi gerekmiyor mu? Hiç kimsenin bir insana sana kendi dilinde eğitim hakkı tanıyorum yahut tanımıyor deme hakkı yoktur. Karşı tarafından bunu sorma zorunluluğu yoktur. Zaten kimsenin de resmi dilin Türkçe olması ile bir sorunu da yok. Bir insan dilini konuşamasın diye 500 milyar dolar para harcadık ve birbirimizi öldürdük. Sebep? Onlar Kürtçe konuşamasın.

Son olarak sormak istiyorum Türkiye’de siyasi manzaraya baktığımızda birbirine muhalif kesimlerin hepsinin kardeşlik ve beraberlik vurgusu yaptığını görüyoruz. Mesela BDP de bunu söylüyor ama bu partinin belki de tam anlamıyla zıttı sayılabilecek 1000 yıllık kardeşlik diyerek MHP de aynı söylemi diğerleri ile paylaşıyor öteden beri. Fakat durumun bir anlamda söylemlerden öte gitmediğini de müşahede ediyoruz. Sizce eksik olan yahut yanlış olan nedir? 

Eksik olan kardeşlik algısıdır. Bir hiyerarşi var, büyük kardeş ve küçük kardeş var. evdeki ağabey küçük kardeşin sürekli yerini belirleyecek. Küçük kardeş onun sözünden çıkmayacak, o ne derse kendini o kadar ifade edebilecek. Bu şartlar altında bir kardeşlik olamaz.  Kardeşlik aslında eşitlikten geçiyor. Aradaki farklılıklardan bir hiyerarşi üretilmemesi lazım.
Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.