SON DAKİKA
Hava Durumu

Modernizm aileyi yok ediyor...

Mücahit Gültekin kimdir? 1971 Kütahya doğumlu. Uludağ Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık Bölümü’nü bitirdi. Aynı bölümde

Haber Giriş Tarihi: 15.07.2013 02:32
Haber Güncellenme Tarihi: 15.07.2013 03:32
Kaynak: Haber Merkezi
https://sehirmedya.com/
Modernizm aileyi yok ediyor...
Mücahit Gültekin kimdir?

1971 Kütahya doğumlu. Uludağ Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık Bölümü’nü bitirdi. Aynı bölümde ergenlerde davranış, düşünce ve duygu kontrolü üzerine yüksek lisansını tamamladı. 2004 yılında bir grup meslektaşıyla rehber öğretmenler derneğini kurdu ve dört yıl süreyle başkanlığını yürüttü. Sakarya Üniversitesi’nde “eleştirel düşünme” üzerine doktorasına devam eden eğitimcimiz, Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde “Sosyal Psikoloji” “Gelişim Psikolojisi” ve “Etkili İletişim” dersleri verdi. Yayınlanmış üç kitabı bulunan (Psikolojik Danışma Kuramları-Prf. Dr. Ersin Altıntaş ile birlikte-, Psikolojik Tehlike,  Okul Öncesi Duygu ve Davranış Sorunları.) Mücahit Gültekin evli ve bir çocuk babası.

Mücahit Gültekin ismini bir ağabeyimden ilk duyduğumda bir hayli heyecanlanmıştım. Zira anladığım kadarıyla Mücahit Gültekin, güçlü bir kaleme sahip düşünen bir kafaydı. Daha sonra internet üzerinde biraz araştırma yaptım. Bu araştırmam esnasında Mücahit Gültekin’in bir kitabına rastladım. Kitabın adı gerçekten ilginçti: Psikolojik Tehlike; Modern Psikoloji Mağduru Olmayın. Kesinlikle doğru adresteydim. Ve üstattan bir randevu talep ettim…

17 yüzyılda dünyaya bir şeyler oldu. Eski anlayışlar artık terk edildi ve dünyanın büyüsü bozulmaya başladı. Modern dünya doğuyordu artık. Bu doğum aşamasında insan, hayat toplum algısı da dönüşüme uğradı. Buradan hareketle “modern kadın” algısından bahsedebilir misiniz öncelikle; “Modern kadın”la beraber kadın algısı nasıl bir değişime uğradı?

Batı, Kilise ve muharref Hıristiyanlık üzerinden dini, ilahi ve aşkın olan her şeyi mahkum etti. Bilgi güçtür ve birey merkezdir dediler. Bilgiyi de birey üretecek ve evreni de insan kontrol edecekti.  Her şeyi yeniden ve ilahi olanın zıttına tanımlama eğilimi insanın kendisi için de geçerliydi. Kadını, erkeği, çocuğu ve aileyi seküler temelde yeniden tanımladılar. Bu tanımlamaya göre modern kadın algısı üç argüman üzerine bina edildi: Bir; kadın kendini kocasının eşi ya da çocuklarının annesi olarak değil “birey” olarak algılamalıdır. İki; kadın cinselliği üreme ve evlilik gibi geleneksel yapılar içinde sınırlandırılmamalıdır ve haz merkezli olarak yeniden yapılandırılmalıdır. Üç; kadın kendini eviyle değil iş yeriyle/kariyeriyle anlamlandırmalıdır. Bu argümanların hâkim olduğu Batı’da ve Batılılaşmış toplumlarda kadın kocasından koparılıp patronların önüne atıldı; evinden çıkarılıp ofise ve fabrikalara kapatıldı. Modern kadın çocuğu (ve evliliği) kariyerinin önündeki engel olarak görmeye başladı. Evi mahpushane gibi, kocasını ise gardiyan gibi algıladı. Modern kadın kendisini “anne” olarak değil mesleğiyle tanımlamak istiyordu. Aslında bu doğal bir süreç değildi. Kadın beşeri ideolojiler tarafından provoke edildi, manipülasyona uğradı. Kadın kendi fıtratıyla savaşmaya zorlandı. Tahmin edileceği gibi bunun en büyük bedelini de kadın kendisi ödedi. Kadına vaat edilen mutluluk hiçbir zaman gerçekleşmedi. Bilakis, kadın depresyonla, intiharla ve yalnızlıkla karşı karşıya bırakıldı. Kadın hakları konusunda “gelişmiş” ülkelerin durumuna bakılırsa kadının nasıl bir dram yaşadığı anlaşılacaktır. İlginçtir ki, kadın hakları konusunda model ülkeler olarak gösterilen İskandinav ülkeleri, kadınların şiddet, evlilik dışı doğum, yalnızlık ve intihar sorunlarını en fazla yaşadığı ülkelerdir.

Modern dünyada geleneksel dünyaya göre kadına şiddet daha da çok artmış mıdır sizce? Neden?

Batı, Firavun’un büyücülerinin mirasını almış ve bir illüzyon /manipülasyon iktidarı kurmuştur. Kelimelerin anlamlarıyla oynamak konusunda uzmanlaşmıştır. Şiddet kavramı da böyledir. Şiddet “barbar doğu”nun bir ilişki biçimidir onlara göre. Halbuki modern dünyanın öngördüğü insan algısı şiddet üretmeye daha yatkındır. Çünkü şiddet ile şehvet arasında çok yakın bir ilişki var. Modernizm şehvet merkezli bir yaşam biçimini ülküleştirmiştir. Hazza bağımlı birisinin şiddete de eğilimli olacağını söyleyebiliriz. Çünkü şiddet öfkeden beslenir ve hazza bağımlı kişi engellendiğinde öfke yaşar. Bağımlılığınızın dozajı ne kadar güçlüyse ve bağımlı olduğunuz şeyler ne kadar fazlaysa o kadar çok şiddet üretirsiniz. Evet şiddet eskinden de vardı. Ama taş atan insandan “füze atan insan”a evrildiysek bunun sebebi arzularımızın sınırsızlığından kaynaklanmaktadır. Bu sebeple olsa gerek ABD’de bir günden 50 bin suç işlenmektedir. ABD Adalet Bakanlığı’nın verilerine göre sadece 4 yıl içinde 480 bin kişi cinayet sonucu öldürülmüştür. Öyle ki,  Batı şehvetin içinde şiddet, şiddetin içinde şehvet arayan pataolojik varlıklar üretmiştir; acı veren şehvet, zevk veren şiddet! Dolayısıyla bu şiddetten kadın da nasibini fazlasıyla almıştır. İstatistikler modernizmin yükselişiyle birlikte kadına şiddetin de arttığını gösteriyor. İlginçtir İsveç’te iki kadından birisi eşinden ya da erkek arkadaşından şiddet görüyor. İzlanda’da kadınların %42’si erkeklerden şiddet görüyor. Finlandiya, tecavüz oranları verilen ülkelerin içinde 7.sırada… Niçin bu ülkelerden bahsediyorum? Çünkü bu ülkeler kadın haklarını sözüm ona en iyi temsil eden ülkeler olarak görülüyor… Ama maalesef kadınların durumu bu ülkelerde gerçekten çok vahim…

Doğada hayvan türü içerisinde hiçbir annenin yavrusunu bırakmadığını görüyoruz. Ama insanların dünyasında durum farklı bu yüzyılda. Artık anneler çocuklarından rahatlıkla ayrılabiliyorlar. Kreşler, bakıcılar, hatta hazır mamalar bence bunun birer kanıtı. Modern dünyayla birlikte annelik olgusu da değişti sanırım… Siz neler dersiniz bu konuda? 

Bu gerçekten önemli bir soru… Şimdi, öncelikle bilmemiz gerekir ki, neoliberal kültür “anne” ve “aile” kavramından hiç hazzetmiyor. Kadına verdiği mesajlara bakalım: “Çocuk senin kariyerin önünde engeldir” diyor, “Bedenin bozulacak” diyor, “kariyer yaptıktan sonra evlen”  diyor, (ki bugün Türkiye’de kadınların evlenme yaşı ortalaması 25’tir ama ilginçtir ki, kadınların 20 yaşından sonra doğurganlıklarında düşme başlar) vesaire vesaire… Bakın teknolojik, hukuki ve siyasi gelişmeler de bu projenin bir parçası olarak ilerliyor. Kadına “illa da anne olmak istiyorsan evlenmene gerek yok” deniliyor. “Senin için sperm bankaları açtık” deniliyor. Git katalogtan beğen, deniliyor. Ayrıca teknolojinin bir nimeti olarak, taşıyıcı anneler hizmetinizde, deniliyor. Üstelik çocuğu emzirmenize de gerek yok, süt bankaları emrinizde! Yani evlenmeden, doğurmadan, emzirmeden anne olabiliyorsunuz! Bitmedi, çocuğunuzu büyütmenize de gerek, bize verin, biz büyütelim deniliyor. Yani kreşler ve anaokulları devreye sokuluyor. Şimdi bütün bunlar fıtrata uygun mu? Hayır. Peki bunca zorlama neden? Çünkü kadın üzerinden ciddi planlar ve projeler var. Bize ve kadınlarımıza söylenen şu: “Evde ücretsiz kölelik yapıyorsunuz, kocanızın şiddetine maruz kalıyorsunuz, çocuklarınız geleceğinizi ipotek altına alıyor, sizin de birey olmaya, çalışmaya ve özgür olmaya hakkınız var!”  Şimdi dikkat edin Türkiye’de kadın istihdamına en çok kimler destek veriyor takip ediyor musunuz? Koç, Sabancı ve Şahenk… Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı sermayeyle kadının istihdamı konusunda sürekli protokoller imzalıyor. Neden bunlar bu işe bu kadar istekli? Kadın haklarını çok düşündükleri için mi? Asla. Çünkü kadınlar ucuz iş gücü olarak görülüyor. İşgücü talebi artarsa doğal olarak işveren şartlarını daha kolay dayatıyor ve üretim masraflarını azaltıyor. Tabi ki ekonomik boyut olayın sadece bir yönü. Kadın üzerinden toplumun değerleri, gelenekleri vs. yeniden organize ediliyor. Ama her zaman olduğu gibi bunu bize “kadının çalışma hakkı” filan diyerek anlatıyorlar…

Dediklerinizden net bir şekilde modern dünyanın geleneksel aile yapılanması ile kavgaya tutuştuğu anlaşılıyor. Bu noktada sormak istiyorum; neden böyle bir kavgaya tutuştu modernizm aile ile?

Bu soru üzerinde çok düşünmemiz gerekiyor çünkü, modern dünyayı aileyle hesaplaşmaya yönelten motivasyonu doğru çözümlersek, bugün yaşadığımız ilk planda aileyle ilgili gibi gözükmeyen pek çok gelişmeyi de daha doğru anlayabiliriz. Örneğin Turuncu devrimlerden, Gezi Olayları’na ve “Arap Baharı”na kadar bazı sosyal ve siyasi hareketlerin de sorduğunuz soruyla ilişkisi var diye düşünüyorum. Burayı bir örnekle geçeyim: Mesela son dönem Mısır toplumuyla ilgili yapılan araştırmalar Mısırlı çocukların geleneksel aile kalıplarının dışında hareket ettiğini ve anne-babalarından bağımsız karar vermeyi öncelediklerini gösteriyor… Sorunuza gelirsek, ilk başta aile “avl” kökünden geliyor ve dayanmak anlamına geliyor. Yani aile birbirleriyle dayanışma içinde olmayı ifade eden, kolektif bir kavramdır. Modern dünya bunu tarım toplumunun, feodal toplumun bir yapılanma biçimi olarak görüyor. Onun tasarladığı toplumda aileye yer yok. Çünkü aile bireyi yok ediyor. Onlara göre anne-baba sadece biyolojik olarak var olmalıdırlar. Neo-liberal kültür sınırlılıklardan, eğitimden, değerden, şartlardan ve referanslardan hoşlanmıyor. Anne-baba çocuğu eğiterek, çocuğa şekil vererek ve onunla arasında bir bağ oluşturarak bu oyunu bozuyor. Bu sebeple onlara göre ya aile yok edilmelidir ya da ailenin geleneksel işlevi yok edilmelidir. İdeal olan birincisi olsa da şu anda teknik bazı yetersizliklerden dolayı ikincisi uygulanıyor. Artık anne-babaların çocukları üzerinde belirleyici hiçbir gücü yok! Nasıl yaptılar bunu: Eğitimle! 20 yıldır başımızın etini yiyorlar, çocuklarınızı özgüvenli yetiştirin, özsaygılı yetiştirin, diye. Çocuğunuzun karar verme becerilerinizi geliştirmek istiyorsanız, ona saygı duyun, diyorlar. Maalesef biz de buna inanıyoruz. Bugün alacağı beyaz eşyayı bile 7 yaşındaki çocuğuna danışarak alan anne-babalar tanıyorum. Çocuklarımızın özel odaları var, özel masaları var, özel TV’leri var vs. vs. Evlerde çocukların etki alanı büyürken anne-babanın etki alanı daraldı. Çocuğu üzerinde şekillendirici gücü kalmayan anne-babanın çocuğu evin dışındaki mübtezel kültürün kolay lokması haline getirildi. Bu sebeple aileyi korumak demek, aynı zamanda neo-biberal emperyalist kültüre karşı da direnmek demektir.

Ülkemizde yakın geçmişte kürtaj tartışmaları yaşandı. O tartışmalarda kadınlar hükümetin kadın bedeni üzerinden elini çekmesi istiyordu. Sloganlaşan bu itirazdan ben en azından, modern dünyada kadının kendi bedenin sahibi, kendi bedenin belirleyicisi olduğunu düşündüğü mesajını rahatlıkla okuyabiliyorum. Kürtaj ve “modern kadın” olgusu arasında nasıl bir bağlantı kurabiliriz?  

Bilim ve teknoloji insanı sorumluluktan kurtarmak(!) için çaba gösteriyor. Günahın olmadığı bir dünya var etmek istiyor. İnsana haz/keyif vaat ediyor ve üç kavrama vurgu yapıyor: “Kolay”, “Çabuk” ve “Çok”. Kolay olacak, çabuk olacak ve çok olacak, diyor. Ve bir şey daha vaat ediyor: Sorumlu olmayacaksın. Evet istediğini yapacaksın ve sorumlu olmayacaksın, kendini suçlu hissetmeyeceksin ve suçlanmayacaksın! O yüzden bugün TV’lere çıkan herkes bize özgürlükten bahsettikten sonra parmaklarını uzatarak bizi tehdit ediyor: “Ötekileştirme yapma” diyor. Ayıplamak ötekileştirmek oluyor. Dur, yapma bu yanlıştır demek, özgürlüğe müdahale oluyor. “Bedenim Benimdir” sloganı, insanlık tarihinin ürettiği en patolojik/sapkın sloganlardan birisidir. David Le Breton “Ten ve İz” kitabında bu şiarla yaşayan gençlerin vücutlarına neler yapabildiğinin ürpertici örneklerini veriyor. Breton, Batı’da bedene yara açmadan, intihara kadar pek çok uygulamanın gençler tarafından “kimlikle” ilişkilendirildiğini aktarıyor. Kitapta aktardığı ilginç bir örnek var. Muriel ismindeki genç bir kızın bedenini kestiğinde neler hissettiğini anlatıyor. Kız şöyle diyor: “Bir yerimi kesip kanımı akıttığımda yaşadığımı hissediyorum. Biliyorum ki istediğim zaman kanımı akıtabilirim, damarlarımı kesebilirim, ölebilirim, bedenimin gerçek sahibi benim” Bedenim benimdir anlayışı, istediğim zaman, istediğim yerde, istediğim kişiyle ilişkiye girebilirim ve bunun sorumluluğunu da taşımak zorunda değilim anlayışıdır. Sorumluluk istemiyorum, anlayışıdır. Hiç kimseye karşı; çocuğa, çocuğun babasına, topluma… hiç kimseye! Batı’nın dilinin altında sakladığı bakladır bu slogan. Hazzın dışında, her duyguyu ötekileştiren bir durumdur. Kur’an’ın “belhumadal” şeklinde tasvir ettiği ve bir bakıma insanlığın ötekileştirildiği bir durumdur bu. “Cenneti annelerin ayakları altına seren” bir medeniyetin asla anlayamayacağı bir durum. Modern beşeri ideolojilerin manipüle ettiği kadının “erkek egemen dünyadan” intikam şeklidir kürtaj. Bedenim benimdir diye haykıran kadın, kürtaj yaparak güçlü olduğunu göstermeye çalışıyor. İntihar ederek kendi bedenini kontrol ettiğini düşünen şizofrenik algı durumunun daha patolojik bir seviyesi…

Yaşadığımız postmodern dönemde, her şeyin smilasyona döndüğü bu çağda kadın-erkek ilişkileri nasıl olacak sizce?   

Böyle bir dünyada kadın ve erkek ilişkisinden bahsetmek için öncelikle şu soruyu sormak gerekiyor; acaba modern dünya kadın ve erkek bırakacak mı? Postman’ın dediği gibi, çocukların yetişkinleştirildiği, yetişkinlerin çocuksulaştırıldığı bir dünyada kadınlar erkeksileşiyor erkekler ise kadınsılaşıyor. Bu dünya eğer biz izin verirsek, gelecekte, çocukların “yetişkin” aradığı, yetişkinlerin “çocuk” aradığı, kadınların “erkek” ve erkeklerin “kadın” aradığı bir dünya olacak…

Peki, son olarak sormak istiyorum hükümetin “kadına şiddet”i önleme çabalarını doğru ve yeterli buluyor musunuz?

Öncelikle şunu söylemek istiyorum. Maalesef ülkemizde Aile Bakanlığı’nın bir aile politikasından daha çok bir kadın politikası var. Ve Bakanlık’ın bu konuda yaptıkları “toplumsal cinsiyet eşitliği politikası”na dayanıyor. Evet, ülkemizde aile ve kadın adına yapılan nerdeyse her şey toplumsal cinsiyet eşitliği politkasına dayalı olarak yapılıyor. Biz derneğimizin açılış programında da bu konuya vurgu yapmış ve Bakanlık’ı uyarmıştık. Toplumsal cinsiyet eşitliği politikaları daha fazla şiddet, daha fazla boşanma ve daha fazla psikolojik problem üretir. Bu söylediğim şeyin altını dolduran pek çok örnek verebiliriz. Şimdi bizim üzerimizde baskı kuran Batılı ülkeler ve neo-liberal değerlere dayalı STK’lar şunu söylüyor: Bu ülkenin geleneği, dini, örfü ve adeti şiddet üretiyor! Bunun için de önümüze her gün çeşitli örnekler konuluyor. Namus cinayetleri sürekli gündemde tutuluyor. Bir adam karısını dövmüşse ana haber bültenlerinde veriliyor filan. Biz şunu kabul ediyoruz. Geleneğimizden, adetlerimizden kaynaklanan pek çok yanlış uygulama var; kabul. Ama ben şunu sormak istiyorum; sürekli negatife ve yanlışlara vurgu yapan bu kişiler, kurumlar bize ne öneriyorlar? Hangi ülkeleri model gösteriyorlar? Gerçek şu ki, yanlış gösteriliyor ve onun üzerinden bir başka yanlışa mahkum ediliyoruz. Niye bir başka yanlışa sürüklenelim ki? Aile Bakanlığı da “Toplumsal cinsiyet eşitliği”(TCE) politikalarını uygulamasını öneren AB ülkelerine şunu sormalıdır: “Sizin bu politikaları uygulayan ülkelerinizde kadına şiddet oranları nedir?” Hemen söyleyelim, toplumsal cinsiyet eşitliğini en iyi uygulayan ülkeler aynı zamanda kadına şiddetin oldukça dramatik boyutlarda olduğu ülkelerdir. Biz Aile Akademisi Derneği olarak, “Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Dayalı Politika Üreten 4 Ülkede Kadın-Erkek ve Çocuk” adlı bir araştırma yaptık. Dünya Ekonomik forumu tarafından 2012 yılında TCE politikalarını en iyi uygulayan İzlanda, Finlandiya, Norveç ve İsveç’i;  kadına şiddet, boşanma oranları, aile yapısı, evlilik dışı boşanma oranları ve psikolojik problemler şeklinde belirlediğimiz 5 değişken doğrultusunda araştırdık.  İnşaallah Temmuz ayında bu raporu yayınlayacağız. Son olarak şunu söylemek istiyorum; pek çok konuda olduğu gibi ülkemizde resmi görüşlerin dışındaki görüşler yaygara içinde bastırılıyor, etiketlenip mahkum ediliyor. Bu konu da “Vay sen kadınların çalışmasına karşı mısın?” denip, bitiriliyor. Bu konu üzerinde daha sakin bir şekilde tartışmalıyız. Çünkü anneler çocuklarını tanımadan, çocuklar annelerini görmeden büyüyorlar. Çocuğun “anne hakkı”ndan mahrum büyümesi kadın-erkek bütün toplumu ilgilendiren bir konudur. Örneğin, devlet kadınların iş yaşamına istihdamı için kanunlar çıkarıyor vs. Bütün bunlar “Kadının Çalışma Hakkı” argümanı üzerine oturtuluyor ve gelişmişliğin bir ölçütü gibi sunuluyor. Ancak “Çocuğun anne hakkı”ndan kimse bahsetmiyor. Diğer taraftan kadınlar da bu durumdan muzdarip. Yapılan araştırmalar, çocuklarını bakıcılara bırakıp giden annelerin vicdan azabıyla yaşadığını gösteriyor. Kadınlar çocuklarının yanında olmak istiyor ama mecburen çalışmak zorunda kaldıklarını söylüyorlar. Özetle, kadını iş yaşamına çekmek devletin politikası olmamalıdır. Devlet daha çok kadının çalışma şartlarını iyileştirme ve çocuğun “anne hakkı”nı ve annenin “çocuğuna özlemini” gözeten uygulamalara odaklanmalıdır.

Efendim bize böyle uzun bir vakit ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum…

Ben teşekkür ederim sizlere…
Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.