SON DAKİKA
Hava Durumu

Tiyatro sahnesi, er meydanı

Engelli çocuklara tiyatro eğitimi veren ve bu alanda projeler üreten tiyatro sanatçısı İbrahim Şahin ve eşi Hayal Şahin ‘in evine konuk

Haber Giriş Tarihi: 08.12.2015 11:46
Haber Güncellenme Tarihi: 08.12.2015 12:46
Kaynak: Haber Merkezi
https://sehirmedya.com/
Tiyatro sahnesi, er meydanı
Engelli çocuklara tiyatro eğitimi veren ve bu alanda projeler üreten tiyatro sanatçısı İbrahim Şahin ve eşi Hayal Şahin ‘in evine konuk olduk. Engelli çocukların eğitiminde tiyatronun ne kadar etkili olduğunu,  hayatlarında neleri değiştirdiğini ve tiyatroda eğitimli olmanın farkını konuştuk. Şahin “Dizi oyunculuğuna karşı değilim ama bir oyuncunun çalışıyor olması gerek. Çalışan oyuncu olabilmek için önce tiyatro sonra televizyon ya da sinema. Diziyi ve sinemayı tiyatro ile at başı götürüyorsan o zaman çalışan oyuncu olursunuz.” dedi.

 

Melike OLGUN

 

Melike Olgun: Mesleğinize nasıl başladınız?

İbrahim Şahin: Ortaokul ve lise dönemimde tiyatroya ilgim vardı, ama öğretmen olacaktım. Antalya’da doğdum büyüdüm. Ben konservatuar sınavına gireceğim yıl o zaman iktidarda olan hükümetin çıkardığı bir kararname ile ilerde kurulacak Antalya Devlet Tiyatrosunda görevlendirilmek üzere Mimar Sinan Üniversitesi yerinde sınav yaptı. Ben de memleketimde çalışacağım madem bir şansımı deneyeyim dedim. Ama hayat çok güzel süprizler hazırlıyor insana. Öğretmen okulunu bıraktım Mimar Sinan’da dört yıl eğitim aldım, okulu bitirdim ki Antalya Devlet Tiyatrosu projesi rafa kalktı. Son senemizde bizi eşit miktarda Bursa ve Adana’ya dağıttılar. Hayat bir güzel sürpriz daha yaptı, herkes Adana ve Bursa’ya gönderilirken benim yolum İzmir’e düştü. Şimdi anlıyorum ki sevgili eşimle tanışmak için gitmişim İzmir’e.

M.O: Bursa serüveniniz ne zaman başladı.

İ.Ş: Okuldan mezun olduktan sonra İzmir’e gittim. Orda evlendim, kızımız doğdu .Irmak altıncı sınıftayken  Uludağ Üniversitesi konservatuarını kazanmasıyla  biz yirmi yıl sonra Bursalı olduk. Irmak da okuduğu okulda iki yıldır öğretmenlik yapıyor.

M.O.: Bize engelli çocuklarla yaptığınız çalışmaları anlatır mısınız?

İ.Ş: Engelli çocuklarla tiyatro yapıyoruz. On iki yıl önce Bursa Devlet Tiyatrosu’nda birlikte çalıştığım arkadaşım Ceyhan‘ın vesilesiyle Nilüfer İş Okulu ile tanıştım. On iki yıldır eşimin yazdığı oyunları çocuklarımızla sahneliyoruz. Kızımız Irmak da oyun müzikleri konusunda bize yardım ediyor.

Hayal Şahin: Geçtiğimiz yıl ki gösterimizde Uludağ Üniversitesi Devlet Konservatuarı Gençlik senfoni orkestrası ile katıldılar bize. Çocuklarımız da arkalarında elli kişilik bir orkestra ile sahneye çıkmaktan keyif aldılar. Irmak sayesinde ve orkestradaki arkadaşlarımız sayesinde bize yan destek veren kuvvetlerimiz de var.

İLK KARŞILAŞMAMIZDA TUTULDUM KALDIM

M.O: Engelli çocuklarla çalışmaya başladığınız zaman önceleri zorlandınız mı?

İ.Ş: Onlarla bir şey üretmek çok zor. Bu zorlukları ben şimdi bunlara nasıl öğretebilirim zorluğu değil. İlk karşılaştığımızda ben tutuldum kaldım. Elli kişi toplanmışlar bir salona karşılıklı bakışıyoruz. Ben bu çocuklara nasıl yardımcı olurum diye kendimden korktum. Sonra dedim ki duygularıma yenilmemem gerekiyor. Onlardan biriymiş gibi davranmamız gerekiyor. Zaten onlardan biriyiz. Sonrasında çok çabuk alıştık birbirimize. Zorluğu şu ne düşünüyorsa tepkisini anında ortaya koyuyor. Normalde yönetmen oyuncuya şöyle yap dediğinde oyuncu peki der. Ben oyunu yönetirken“ Eee ben bunu niye yapıyorum “diye bir soru alıyorum karşıdan. Keşke benim de öyle bir lüksüm olsa.

M.O: Tiyatro eğitimi engelli çocukların hayatında neleri değişiyor?

İ.Ş: Bu çocuklar dört yıl eğitim alıyorlar ve bu dört yıllık eğitimleri süresince ancak yaşadıklarını, var olduklarını hissediyorlar. Ya da bana öyle geliyor. Dört yıl sonra eğitim aldıkları atölyelerdeki alanları üzerine işlere yerleştiriliyorlar. Öğretmenlerinin çabasıyla marketlerde, fabrikalarda, elektronik mağazalarımda çalışmaya başlıyorlar. Nilüfer İş Okulu’nun Niş Cafe’si var mesela. Ama elli çocuktan sadece on tanesi iş imkanı buluyor. Kırk tanesi hayata karışıp gidiyor. Bizim amacımız bu çocukların kendilerini izah edebilmelerini sağlamak. Çünkü onlar anlaşılamıyorlar. Onlar herhangi bir insanın başına gelebilecek bir talihsizliği yaşıyorlar. Ben otuz dört yıllık tiyatrocuyum,oniki yıl önce onlarla tanıştıktan sonra mesleğimin önemini kavradım. Benim işim çok önemliymiş. Onlarla paylaşmaya başlayınca fark ettim, ben kimlerin işine yarıyorum. Neleri değiştirebiliyorum. H.Ş: Bir öğrencimizin konuşurken karşısındakinin gözünün içine bakamamak gibi bir sorunu vardı. Sahnede de partnerinin gözüne bakması lazım ama bakamıyor. İbrahim ona karşısındakinin omzunun arkasında bir nokta belirleyip oraya odaklanmasını öğretti. Çocuğumuz artık sosyal hayatında da bu şekilde iletişim kurabiliyor.

BU ÜLKEDE OYUNCU SAYISI BEŞ BİNİ GEÇMEZ

M.O: Sanatta yetenek mi yoksa eğitim mi daha önemli?

İ.Ş: Bu soruyla sık sık karşılaşıyorum. Yetenek olmazsa elbette olmaz. Asıl önemli olan yeteneğin ne derece eğitildiğidir. Yetenek eğitildiği zaman asıl güzellik ortaya çıkıyor. Yetenek eğitildiği zaman asıl sanat yolculuğuna başlanabilir. Yetenek olmazsa olmaz ama eğitim iki kere olmazsa olmaz. Geçenlerde okuduğum bir haberde bu gün ajanslara kayıtlı olan insan sayısı kırk bini geçti diyor. Bu çok komik bir şey. Bugün bu ülkede oyuncu diyebileceğimiz insan sayısı beş bini geçmez. Birazcık saplarla samanları birbirinden ayırmamız gerek. Bu ülkede bazı şeyler hoş değilse eğer saplarla samanların birbirine karışmasından kaynaklanıyor, Herkes her şeyi yapamaz. Ama öyle bir cüret var ki özellikle oyunculuk dediğimiz zaman da dizilerde izledikleri ünlülerin yerinde olmak istemelerinden kaynaklanıyor. İç güdü, istek, şartlı refleks. Er meydanı tiyatro sahnesidir. Ben oyuncuyum diyorsan o er meydanında tiyatro tozu yutman gerek, burnunun o sahnede sürtmesi gerek.

M.O: Oyuncu için Tiyatro sahnesi, beyaz perde ya da beyaz cam fark eder mi?

İ.Ş: Gerçek oyuncu için fark etmez. Ama, o yükselti var ya o tiyatro sahnesi canlı canlı her akşam milyonlarca beyin hücresi öldürdüğümüz mekan, oranın eğitiminden geçmek gerekiyor. Bende dizilerden davet alıyorum, zaman zaman dizi oyunculuğu da yapıyorum. Dizi oyunculuğuna karşı değilim ama bir oyuncunun çalışıyor olması gerek. Çalışan oyuncu olabilmek için önce tiyatro sonra televizyon ya da sinema. Diziyi ve sinemayı tiyatro ile at başı götürüyorsan  o zaman çalışan oyuncu olursunuz. İşte öyle oyuncu olmak daha iyi  çünkü çalışıyorsun, kendini yenilemeye çalışıyorsun. Bir de canlı canlı yaşadığın zaman her gece pardonsuz, geriye dönüşü olmayan ritimle. Dizi öyle değil yönetmenin içine sinmediği zaman telafisi mümkün. Ama tiyatroda affedersiniz bu sahnede hata yaptık tekrar baştan alalım diyemezsiniz.

“TEVAZU ETME, YOKSA İNANIRLAR”

M.O: Okullar eğitimde tiyatrodan faydalanmalı mı?

İ.Ş: Keşke tüm okullarda tiyatro zorunlu ders haline getirilse, okullarda tiyatro, drama dersleri verilse. İnsanlarımız tiyatroyla ilk okul çağlarında tanışırlarsa bir gün çok daha başka yerlerde olabiliriz.O zaman sanatı diğer dallarında da çok yükselmiş olacağız. Kültür bakanlığı ve Eğitim bakanlığı bir protokol yapsalar, Devler Tiyatrosu oyuncularının bulundukları şehirlerdeki okullarda haftada bir gün ders vermelerini kararlaştırırlarsa harikulade bir proje olur. Bunu yapmak için zorunlu olmaya da gerek yok aslında. Ama herkes bizim gibi değil. Bu konuda tevazu etmeyeceğim. Bu tevazu etmeme meselesini de elli yaşından sonra öğrendim. Bana“ tevazu etme yoksa inanırlar “diyen ilk insan rahmetli Turgut Özakman hocamdır. İzmir Devlet Tiyatrosu yıllarımda bir oyununu sahneliyorduk, sohbet ederken bana bu sözü söyledi. Ama ben bu sözü elli yıl sonra hayata geçirebildim.

M.O: Konservatuvarlı oyuncuyla kurslarla kendini eğitmiş oyuncu arasında fark var mıdır?

İ.Ş: Konservatuarda eğitim almış kişi ile kurslarda yetişmiş kişi arasında elbette fark vardır. Fark aldığı kursta nasıl bir sistemle ders aldığıdır. Ben Mimar Sinan Üniversitesi Konservatuar Bölümü’nün ilk öğrencilerindenim. Biz günde dört saat beş saat meslek dersi görüyorduk. Sahne olsun, diksiyon olsun işimle ilgili asıl meslek dersleri görüyorduk. Kursta bu dersleri kaç saat görebilirsin ya da o kursun süresi nedir? Hiçbir zaman dört yıllık bir mesleki eğitimin yerini tutmaz. Kızımız Irmak yaklaşık on yıldır müzik eğitimi alıyor. Buna rağmen öğrenme süreci bitmiş değil. Hala bir konser için günlerce çalışıyorlar arkadaşlarıyla.

“ABİ YOK MU BİZE DE TELEVİZYONDA BİR İŞ?”

M.O: Çevrenizden bizim çocuk da çok iyi taklit yapıyor bir izleyiver diyenler oluyor mu?

İ.Ş.:İnsanların gözünde o kadar kolay görülüyor ki yaptığımız iş. Benim cumartesi pazarında bir domatesçim var. Domatesi güzel diye yıllardır ondan alışveriş yaparım. Bir gün gittim pazara“ Abi dün gece seni izledim televizyonda. Abi bize de yok mu bir şeyler, biz de çıksak oynasak“ dedi. Bu aslında çok komik geliyor. Ama yadsımıyorum insanlarda orda olma isteği var. Çocuğunun tiyatrocu olmasını arzu eden aileler de var. Taklit mi yapıyorsun yap bakalım deyip izliyorum. Zaten işin özü taklitle başlamış. Sonrasında biçimselleşip, evrelerden geçmiş, dönemler, çağlar devirerek bu gün tiyatro dediğimiz eşiğe ulaşmış. Şu da var, her taklit yapan çocuğa da tiyatrocu olacak insansın denmemeli. Tiyatro taklit yapılan bir yer değil ki, tiyatro acı çekilen bir yer. Tiyatro hücre kaybedilen bir yer. Ben otuz dört yıllık oyuncuyum arkamda seksen oyun bıraktım hala prömiyer yaklaştıkça uykularım kaçar.

M.O: Otuz dört yıllık meslek hayatınızda unutulmaz sahne anılarınız vardır herhalde?

İ.Ş.:Bir oyun öncesi Cuma günü oyun oynadım cumartesi matine suare var. Cumartesi sabahı çok hasta bir halde uyandım. Yine de inat edip sahneye çıktım. Kuliste arkadaşlar beni bir sandalyeye oturttular. Sahnem gelince bir kişi sandalyeden kaldırıyordu bir kişi de beni sahneye itiyordu. İnanırmışsınız sahneye itildiğim anda hiçbir şeyim yokmuş gibi hissettim.

H.Ş.: İzmir’de Efes Antik Tiyatro’sunda Batakhane Güzeli oyununda oynuyordu. Irmak o zamanlar iki yaşında. İbrahim’i izlemeye gittik. En önde bebek arabasıyla oturuyordum. Bebek arabasının kemerini bağlamayı unutmuşum herhalde Irmak İbrahim’i görünce “baba“ diyerek sahneye fırladı. Paçasına yapışmasına iki adım kala efektçi çocuklar yakaladı.

İ.Ş: O anda üzerime gelen bir cisim fark ettim, sonra yaklaşmaya başlayınca anladım ki Irmak geliyor. Neyse ki görevli arkadaşlar yakaladılar. Hoş bir anı oldu. Ben yıllarca düşündüm, Irmak  o gün gelip paçama yapışsaydı ne yapardım. Ben yanıtını bulmuş değilim.

M.O: Biraz da ailenin ikinci çocuğu Masal’dan bahsedelim.

İ.Ş: Masal’a kedi demek içimden gelmiyor. Çünkü çok karakterli bir canlı. Masal beş yıldır hayatımızda. Çocuğumuz gibi benimsedik,  o yalnız kalmasın diye tatile bile gitmiyoruz.

H.Ş: Leonardo Da Vinci kedi severlerin sanatsal bir yeteneğe ve ruha sahip olduğuna inanıyormuş. Da Vinci evrimini tamamlamış tek canlı olduğunu, Tanrı’nın mühendislik harikası olduğunu söylemiş. Ben de aynı fikirdeyim. Doğal olarak bizim çevremizde çok sanatçı var. Dikkatimi çekti hepsinin de kediye bir düşkünlüğü var. Köpek, at resmi yapan ressamlar da vardır. Ama kedi resmi yapan ressam çok daha fazladır. Çünkü gerçekten çok estetik. Çocuklar için proje hazırlarken Masal’ın bir hareketi bana açar veriyor. Şöyle yapabilirsin, bir çocuk olsa böyle yapar gibi. Yazma sürecinde Masal’ın bana olumlu etkisi var. Masal’ı bu anlamda kullanıyorum.

M.O: Okurlarımızla paylaşmak istediğiniz yeni bir projeniz var mı?

İ.Ş: Nilüfer İş Okulu ile çalışmalarımıza devam ederken başka bir okul da daha çalışacağız. Çeltik köyünde Nilüfer İş Okulu gibi bir okul var. Geçen gün gittik görüştük. Bu yeni okulumuzun heyecanını yaşıyoruz.

 
Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.