SON DAKİKA
Hava Durumu

28 Şubat zulmünün panaroması

1.BÖLÜM Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi tarihi, aynı zamanda bir askeri darbeler tarihidir. Öyle ki, doksanıncı kuruluş yıldönümü kutlanacak ola

Haber Giriş Tarihi: 03.03.2013 23:46
Haber Güncellenme Tarihi: 04.03.2013 00:46
Kaynak: Haber Merkezi
https://sehirmedya.com/
1.BÖLÜM

Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi tarihi, aynı zamanda bir askeri darbeler tarihidir. Öyle ki, doksanıncı kuruluş yıldönümü kutlanacak olan Cumhuriyetimizin yaklaşık kırk altı yılı, fiilen askeri yönetimler, sıkıyönetim ve/veya olağanüstü hal uygulamalarıyla geçmiştir.



Türkiye’de 1960 yılından itibaren, neredeyse her on yılda bir darbe gerçekleştirilmiştir. Demokrasinin askıya alındığı darbelerde, TBMM ve siyasi partiler kapatılmış, millet iradesi hiçe sayılmış, sıkıyönetim ve olağanüstü hal uygulamalarıyla toplum baskı altında tutulmuş, başta yaşam hakkı olmak üzere, temel insan hakları çiğnenmiştir. Türkiye’de, yakın geçmişe kadar “yüksek siyaset” olarak görülen devlet yönetimi, MGK eliyle şekillendirilirken, Türk Milletinin temsilcisi olan siyasi iktidarlara ise ticaret, sanayi, imar, sağlık gibi “düşük siyaset” konuları bırakılmıştır. Özetle, “rejimi” korumak adına gerçekleştirilen tüm darbelerde, hem siyasette, hem de ekonomide bir içe kapanma yaşanmış; Türkiye’nin başta Avrupa Birliği olmak üzere, dış dünya ile ilişkileri dondurularak, siyasi ve ekonomik istikrarı yok edilmiştir. Bundan dolayı, Türkiye’de, yakın geçmişe kadar, söz konusu darbe süreçleriyle yüzleşilememiş; darbelerin failleri ve sorumluları ortaya çıkarılamamış ve yargılanamamıştır. Bu nedenle, yapılan her darbe, bir sonraki darbenin tohumlarını ekmiş; 27 Mayıs 1960 darbesi sorgulanamadığı için 1971 darbesi, 1971 darbesi sorgulanamadığı için 1980 darbesi, 1980 darbesi sorgulanamadığı için 28 Şubat 1997 süreci yaşanmış, akabinde  2000’li yıllardan itibaren yeni darbe girişimi iddiaları gündeme gelmiştir. 1990’lı yıllarda vesayetçi anlayış, yeni boyutlar kazanmış; 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısında alınan 406 Sayılı Karar’la işaret fişeği atılan ve tarihe “postmodern darbe” olarak geçen “28 Şubat” sürecinde; “durumdan vazife çıkaran” güçler, seçimle işbaşına gelmiş bir Hükümeti iş yapamaz hale getirerek istifaya zorlamışlardır. Bu maksatla, psikolojik harekât faaliyetleri kapsamında, basın-yayın vasıtaları kullanılarak, “silahsız kuvvetler” yoluyla, iktidardaki koalisyon Hükümetini oluşturan partiler baskı altına alınmış ve toplum nezdinde itibarsızlaştırmak için acımasız komplolar ve kapalı kapılar ardında hazırlanan senaryolar gündeme alınmıştır. 28 Şubat’ta, birtakım sivil toplum kuruluşlarının yanı sıra basın-yayın kuruluşlarının,üniversitelerin, sendikaların, sermaye çevrelerinin, sivil bürokrasinin, yargı mensuplarının desteği alınarak, 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında alınan kararlar hükümete dayatılmış, koalisyon ortağı parti milletvekillerinin baskı, tehdit, şantaj ve ikbal vaadiyle istifa ettirildikleri öne sürülmüş, nihayetinde seçilmiş bir hükümet işlevsiz hale getirilerek, istifaya zorlanmıştır. Nitekim, 28 Şubat tarihli MGK toplantısında alınan 406 sayılı Karar’da yer alan “Atatürk İlke ve İnkılâpları” ve “Devrim Kanunları” vurgusu, askeri vesayetin egemenliğini ifade eden ve tek parti döneminin kibirli-şımarık asker/bürokrasi kimliğinin kendilerince sığındıkları yasal bir dayanak olmuştur. 28 Şubat , asker ve sivil bürokrasi arasındaki ittifaktır. Bu süreçte, iktidardaki Refah Partisi-Doğru Yol Partisi koalisyon hükümetini (REFAH-YOL), “irticai tehdit” olarak gören bu ittifak, seçilmişlerin ve Hükümetin baskı altında tutulmasında, nihayetinde iş yapamaz konuma getirilmesinde başarılı olmuş; bunu yaparken, psikolojik harekât yöntemleriyle sivil toplumun, basının, sermayenin, üniversitelerin, iş dünyasının, sendikaların önemli bir kısmının desteğini alabilmiştir. Hükümetin iç ve dış politika icraatlarının ülkeyi yıkıma götürdüğü öne sürülerek, sivil siyaset alanı adeta yok edilmiş; koalisyon ortağı partiye mensup milletvekilleri istifaya zorlanarak, milli irade hiçe sayılmıştır. Tüm toplum üzerinde psikolojik harekât faaliyetleri uygulanmıştır. Bu çerçevede, tehdit, gerilim, korkutma, beyin yıkama, düşman algısı oluşturma vb. yollarla toplum baskı altında tutulmuş ve “laik-anti laik” şeklinde ayrıştırılmaya çalışılmıştır. 28 Şubat sürecinde, bir yandan REFAH-YOL Hükümetine, ardından ANASOL-D Hükümetine, yüksek bürokratlara, basın mensuplarına “irtica” konulu brifingler verilmiş; çeşitli dini oluşumlar yaratılmaya çalışılmış; böylece 1980 öncesindeki sözde “komünizm tehlikesi” gibi, sözde “irtica” tehlikesinin var olduğu kabul ettirilmek istenmiştir. 28 Şubat sürecinde de, Genelkurmay karargahında bütün devlet teamülleri ve hukuk bertaraf edilerek düzenlenen irtica brifinglerine katılan yüksek yargı mensuplarının, Devlet Güvenlik Mahkemeleri hâkim ve savcılarının yürürlükteki mevzuatı zorlayarak karar verdikleri; ayrıca, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi tarafından kimi zaman hukukilikten uzak “siyasi” kararlar verildiği bilinmektedir. Düzenlenen brifinglerde Hükümete mensup bazı milletvekillerinin ve bazı partililerin yasadışı faaliyetlere karıştıkları öne sürülmüş, Başbakan ve Başbakan Yardımcısı özel hayatları üzerinden karalanmış, milletvekilleri otellerde kurulan ikna odalarında, şantaj, ikbal vaadi ve korku ile yönlendirilerek çoğunluğun azınlığa dönüştürülmesine yönelik çaba sarf edilmiştir. Konunun en ilginç ve acımasız yanı ise, bütün bu yıpratma harekatına gazeteler özel hazırlanmış haberler, manşetler ve köşe yazılarıyla tam destek vermişlerdir. Sendika başkanları, işadamları, STK’lar özel olarak televizyonlara çıkmışlar ve aynı konularda konuşmuşlar ve ağıza alınmayacak hakaret ve küfürlerle hükümete ve hatta Başbakan’a saldırmışlardır. TÜRK-İŞ ve DİSK, iki esnaf konfederasyonu TOBB ve TESK ile bir işveren sendikası TİSK) hükümet aleyhinde harekete geçmek için açıkça cesaretlendirilmiştir. Bu kuruluşlar, basın açıklamaları ve gazete ilanları, mitingler yoluyla hükümetin icraatlarına karşı kampanya düzenlemiş, mesleki kaygılardan ziyade 28 Şubat sürecinin ideolojik duruşunu desteklemişlerdir. Söz konusu psikolojik harekât faaliyetleri yoluyla bu süreçte planlı bir şekilde “toplum mühendisliği” faaliyetleri yürütülmüş; Anayasa ve yasalara aykırı şekilde bazı kamu kurumları adeta birer fişleme merkezi olarak kullanılmış, devletin istihbarat toplamayla görevli teşkilatında mevcut olmayan istihbari bilgiler “Batı Çalışma Grubu”nun talimatlarıyla toplanmış ve bu bilgiler hükümeti yıpratmak amacıyla propaganda icra edilmek üzere seferber edilmiştir. MGK kararları doğrultusunda, MGK Genel Sekreterliği tarafından, kurumun “Gizli” gizlilik dereceli Yönetmeliği’ne dayanılarak çeşitli psikolojik harekât faaliyetleri de icra edilmiştir. Ayrıca üniversitelere “irticaya taviz vermeyecek” rektörler atanmış, bazı üniversitelerde “türban” olarak tarif edilen başörtüsü takan kızları “türban”dan vazgeçirmek için “ikna odaları” kurulmuş, yurt dışında resmi bursla öğrenim gören öğrenciler takip edilmiş, yurt içinde mevcut Kur’an kurslarına baskı uygulanmış, Kur’an öğrenme yaşı on beşe çıkarılmış, imam-hatip liselerinin orta kısımları kapatılmış, bazı vakıflar ve dernekler baskı altına alınmış, kapatılmış ve mallarına el konulmuş, fişlenen kişiler ceza yasalarında yeri olmadığı halde “siyasal İslamcı/irticacı” kategorisi altında işkenceye varan kötü muamele görmüşlerdir. Ayrıca, Hükümetin bakanlık, kurum ve kuruluşlarda yaptığı tüm atamalar yakından takip edilmiş, yapılan bazı personel atamaları “irticacı kadrolaşma” olarak nitelenerek, bu personelin yerine irticaa taviz vermeyecek kişilerin atanması sağlanmıştır. MİT ve Genelkurmay Başkanlığınca, hükümetin onayı alınmaksızın hazırlanan ve doğrudan hükümetin hedef alındığı ve İslami kesimin baskı altında tutulması ve yönlendirilmesini öngören istihbarat raporları, dönemin MİT Müsteşarının öncelikle sunumda bulunması gereken Başbakanlık makamı atlanarak Cumhurbaşkanlığı makamına sunulmuştur. Hükümetin daha önce bilgi sahibi olması gereken bir kısım bilgi ve belgelerden MGK toplantıları esnasında ancak haberdar olmuştur. Bu süreçte Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğinde oluşturulan bir çalışma grubunun, Milli İstihbarat Teşkilatı ve Genelkurmay Başkanlığının üst düzey bürokratları ile birlikte yakın bir işbirliği ve eşgüdüm içinde hareket ederek, MGK kararlarının hazırlanmasında, takibinde ve uygulanmasında önemli rol oynamış, böylece, Milli Güvenlik Kurulu bir “danışma organı” olmaktan çıkartılıp, adeta hükümet üzerinde bir baskı aracına dönüştürülmüştür. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, MİT ve Genelkurmay tarafından yapılan bu çalışmaları engelleyebilecek bir makamda bulunmasına rağmen, bu çalışmalara hiç karşı çıkmamış adeta çalışmaların daha da yaygınlaşmasına zemin hazırlamıştır. İrtica adı altında toplumun dini değerlerini “tehdit” olarak ilan eden, inanç özgürlüğünü yok eden, toplumda laik-antilaik çatışmasını ortaya çıkaran, toplumsal huzuru ve barışı yok eden, hükümetin dışında askeri bir vesayet aracılığıyla kamu kurum ve kuruluşlarına ve hatta yargıya talimatlar, emirler içeren MGK kararlarını imzalamak ve uygulamak istemeyen Hükümet, işbirlikçi medya ve sivil toplum örgütleri aracılığıyla oluşturulan kamuoyu baskısı ve yayımlanan bildiriler yoluyla işlevsiz hale getirilmiş; Hükümet ortağı DYP milletvekilleri üzerinde baskı kurulmak suretiyle, azınlık çoğunluğa dönüştürülmeye çalışılmıştır.Hükümet protokolüne ve sayısal çoğunluğu bulunmasına rağmen koalisyon ortakları üzerindeki baskıların yoğunlaşması sonucunda Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan, Cumhurbaşkanına istifasını sunmak zorunda kalmıştır. 28 Şubat sonrasında darbe iştirakçilerinden / işbirlikçilerinden bir kısmı ekonomik yönden ödüllendirilmiş, diğer kısmına ise kurulan hükümetlerde yer verilerek siyaseten ikbal temin edilmiştir. Hatta bazı işbirlikçi piyon siyasetçilere yeni kurulacak hükümette bakan olma sözü verildiği, bazılarına ise Cumhurbaşkanı olma sözü verildiği bilinmektedir. Siyasete Müdahale Planlı bir Program Olarak Yürütülmüş 24 Aralık 1995 tarihinde gerçekleştirilen erken genel seçimler, Türkiye siyasi tarihinin en önemli kilometre taşlarından birisi olmuştur. Ancak bu seçimlerde, siyasetin parçalı görüntüsü bir kez daha ortaya çıkmıştır. Hürriyet Gazetesi’nde, 24 Aralık          seçimleri “en kritik seçim” olarak nitelenmiş, “Türk halkı, cumhuriyete ve demokrasiye sahip çıktığını oylarıyla kanıtlayacak” denilmiştir. 28 Şubat sürecinin başlangıcı olarak kabul edilen bu seçimlerde RP 158, DYP 135, ANAP 132, DSP 76, CHP 49 milletvekili çıkarmış; ANAP listesinden seçime katılan BBP, 8 milletvekili kazanırken, seçimde %10’luk seçim barajını geçemeyen MHP parlamentoya girememiştir. RP’nin, bu seçimlerde birinci parti olarak çıkması ve iktidara talip olması, merkez medyada “rejim sorunu” olarak takdim edilmiştir. Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ve Jandarma Genel  Komutanı Teoman Koman’ın TBMM Başkanı Mustafa Kalemli vasıtasıyla ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a RP ile koalisyon kurma niyetinden vazgeçmesi konusunda telkinde bulundukları O günkü gazetelerden halka duyuruluyordu. O dönemin  TBMM Başkanı Mustafa Kalemli, bu dönemde MHP Genel Başkanı merhum Türkeş’in kendisini ziyaret ederek, “RP’nin içinde olacağı bir hükümetin kurulması halinde ülkede çok kötü şeylerin olacağını ifade ettiğini”,dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın ise GATA’ya yaptığı bir ziyaret esnasında, kendisinden RP’nin içinde yer alacağı bir koalisyona engel olmasını talep ettiğini açıkça belirtmektedir. Siyasi arenada milli iradenin önüne böyle engeller çıkartılarak RP’nin hükümet kurması engellenirken diğer tarafta, Deniz Kuvvetleri Komutanı ve Batı Çalışma Grubu’nun Başkanlığını yürüten Oramiral Güven Erkaya, Ocak 1996 ayında Milliyet Gazetesinde yayımlanan röportajında, “İrtica, Türkiye için, PKK terörizminden daha büyük bir tehlikedir” diyor ve sürece şu açıklamasıyla adeta gözdağı veriyordu: “Hiç kimse, yüzde 50’nin üstünde oy alsa bile, Türkiye’de demokrasinin kuralları uygulanacak diye, bir partinin şeriata dayanan bir İslam devleti kurmasına, demokrasiyi kullanarak ülkede laik rejimi değiştirmesine göz yumamaz. İcabında demokrasi kurallarının dışına çıkılarak bu engellenir. Zaten bunu halk askerden ister, aksine bir davranış karşısında ise, halk, ‘Ordu ne güne duruyor, bizi irticaya mı teslim edeceksiniz?’ diye sorar. Elbette, temennim, ülkemizde işlerin bu raddelere gelmemesidir.” İşte bundan daha açık müdahale beklenemezdi…Aynı günlerde gazeteci Metin Göktepe gözaltındayken öldürülmüştür. 9 Ocak 1996 tarihinde, Türkiye’nin en güvenli iş merkezlerinden birisi olan Sabancı Center’da Sakıp Sabancı’nın kardeşi Özdemir Sabancı ile iki çalışma arkadaşı öldürülmüş, saldırıyı terör örgütü DHKP-C üstlenmiştir.  REFAHYOL hükümeti iktidara gelir gelmez, bazı camilerin önünde özellikle Cuma günlerinde bazı aşırı uç gruplar tarafından çeşitli eylemler düzenlenmeye başlamıştır. Bunlardan en dikkat çekici olanı, Acz-i Mendiler olmuştur. 6 Ekim 2006 tarihinde Ankara Kocatepe Camii’nde zikir çekerek “şeriat isteriz” şeklinde bağıran sakallı, cüppeli ve asalı Acz-i Mendi görüntüleri, günlerce televizyon ve gazetelerde yayımlanmıştır. Ne acıdır ki, o günlerde, toplum “tarikat” gösterileriyle dine karşı şartlandırılmış ve RP “şeriat” düzeni getirecek diye lanse edilmiş ve müthiş bir kargaşa ve tartışma ortaya atılmıştır. Bugün bütün bu olayların BÇG tarafından kurgulandığı ve oynatıldığı ve işbirlikçi televizyon ve gazeteler tarafından da servis edildiği ortaya çıkmış durumdadır. Öte yandan, İstanbul’un Fatih /Çarşamba semtinde bulunan Ali Kalkancı’ya ait, tarikat olduğu söylenen bir oluşum ortaya çıkmıştır. Fadime Şahin adlı bir kadının Ali Kalkancı ve Müslüm Gündüz’le özel ilişkileri olduğu öne sürülmüştür. Gündüz’ün Fadime Şahin’le basılma görüntüleri polis kameralarınca çekilerek yayımlanmıştır. Bir de Fadime Şahin, kanal kanal gezerek nasıl kandırıldığını ve bu kişilerin hangi cemaate ve tarikata mensup olduklarını gözyaşlarıyla anlatmıştır. Bu olay toplumda çok ciddi bir infial ortaya çıkarmış, başarılı bir senaryo olmuştur. Ali Kalkancı, Müslüm Gündüz ve Fadime Şahin’in özel olarak görevlendirilmiş kişiler olduğu itiraflarla ortaya çıkmıştır. 5 Ocak 1997 tarihinde, Ankara’da, TÜRK-İŞ, DİSK, DSP ve Atatürkçü Düşünce Derneği öncülüğünde “gerçekleştirilen mitingde “Türkiye’ye Sahip Çık! Demokrasi İçin Mücadele Et!” sloganıyla bir miting yapılmıştır. Bu mitingde konuşan TÜRK-İŞ Başkanı Bayram Meral, “Mollalar laik sistemi asla değiştiremez. Bu çağdaş ülkenin güvencesi bizleriz” demiştir. Bu miting, Cumhuriyet Gazetesi’nin 6 Ocak 1997 tarihli nüshasında, “Mollalara Geçit Yok” manşetiyle verilmiştir. 3 Şubat 1997 tarihinde, TÜRK-İŞ Başkanı Bayram Meral imzasıyla Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’ya üç sayfalık bir rapor sunulmuştur. “Laiklik” ilkesi ve Devrim Kanunlarına aykırı hareketlerin dikkat çekildiği bu rapor, daha sonra Genelkurmay Başkanı tarafından Cumhurbaşkanlığı Demirel’e gönderilmiştir. 26 Şubat 1997 tarihinde, Türk-İş, DİSK ve TESK tarafından, rejime yönelik tehditlere karşı güç birliği kararı alındığı açıklanmıştır. Aynı gün, İstanbul Kadın Kuruluşları Birliği, laiklik için eylem başlatmıştır. 27 Şubat 1997 tarihinde, Türk-İş, DİSK ve TESK köşke çıkmıştır. Aynı gün, Birinci ordu Komutanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’ni ziyaret etmiştir. Başbakan Erbakan, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının da katıldığı, 6 Eylül 1996’da gerçekleştirilen Adli Yıl açılış töreninde bir konuşma yapan Yargıtay Başkanı Müfit Utku “Türkiye’ye şeriat getirmeye kimsenin gücünün yetmeyeceğini” ifade etmiş; Barolar Birliği Başkanı Eralp Özgen ise “Ülkemiz trafik kazalarını mevlit okutarak ve kurban keserek önlemek isteyen, yağmurun çaresini duada bulan, bütçe açığını karşılamak için Allah’ın nimetlerini kaynak gösteren ve dini politikaya alet eden bir zihniyetle idare edilmektedir” diyerek din algısı üzerinden hükümete adeta gözdağı vermişlerdir. Bu dönemde medya mensuplarıyla iletişimi dönemin Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak  koordine etmiş, çalışmaların talimatını ise Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Çevik Bir vermiştir. ­Hatta bazı gazetelere her sabah hangi manşeti atacaklarını bile Çevik Bir’in talimatla bildirdiği konuşulmaktadır. 22-25 Ocak 1997 tarihleri arasında Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın başkanlığında Gölcük Donanma Komutanlığında üç gün süren bir toplantı yapıldığı haberi, dönemin gazeteleri tarafından “flaş haber” olarak duyurulmuştur. Gazeteler ve televizyonlar adeta gerginliği artırmak için çalışmışlardır. Devlet adabı ve teamüller hiçe sayılarak askeri kişiler ardı ardına beyanatlar varmaya devam etmişlerdir. 1997'de ailesiyle birlikte Hac görevini yerine getirmek için Suudi Arabistan’a giden Başbakan Erbakan'a yönelik küfürlü konuşmalarının televizyonlara yansıması dikkat çekerken, kullanılan ifadelerin çirkinliği ve nezaketsizliği toplumu ciddi anlamda üzmüş ve germiştir. Bütün bunlar olurken  gerek Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in gerekse Genelkurmay Başkanının verdiği tepki manidar olmuştur. Dönemin siyasetçileri, askerleri ve hukukçuları ülkenin Başbakanına açık bir hakaret ve suç içeren bu açıklamaya tepki göstermek yerine Jandarma Bölge Komutanı Özbek'e sahip çıkmışlardır. Özbek'in hakaret içeren sözlerine ilişkin en ilginç yorum ise Demirel’den gelen:

“…Bu bir boşalmadır...” sözü olmuştur. Özbek'e destek veren Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hikmet Köksal ise şunu demiştir:

“Hiç kimsenin ağzına fermuar dikecek halimiz yok.”

CHP lideri Deniz Baykal da Özbek'in açıklamalarının ardından:

“Hükümet kaldıkça sürekli olarak kriz meydana geliyor. Hükümet kaldığı sürece kriz de sürecek” açıklamasını yapmıştır.

28 Şubat’a götüren süreçte 1996 yılında yayımlanan haberlerin ve atılan manşetlerden bazıları şunlardır:

• 14 Ağustos, Hürriyet, “70 Yıllık imajımız güme gidiyor”

• 30 Ağustos, Sabah, “Geriye değil ileriye”, “Erbakan’ın ilk kıyafet uyarısı”, “Sağ

basında türban tahriki”, “Refahlı Erbaş’a PKK töreni”

• 31 Ağustos, Sabah, “Gergin gece”, “Davette yüksek gerilim”, “Laiklik konusu kötüye gidiyor”

• 1 Eylül, Sabah, “Karadayı ilk kez Sabah’a konuştu”, “Karadayı’dan Humeyni Dersi ”, Ordu’nun 3 hassas konusu”,

• 4 Eylül, Sabah, “Erbakan devre dışı”

• 20 Eylül, Hürriyet, “İlk Hedef Kazan /M. Yılmaz’ın Refahı İndirme Planı yazısı”,  “ABD’yi şoke eden demeçten U dönüşü”, “Çiller BBC Muhabirine ağlamış”,

• 21 Eylül, Sabah, “Darbesiz İndiririz / Mesut Yılmaz’la Fatih Çekirge’nin röportajı”, “Rahmi Koç : Hoca Hazırlıksızmış”

• Milliyet, “Paket Depremi /iş dünyası Refah-Yol’un kaynaklarını topa tuttu”,

“CIA : Saddam’ı Hoca Kurtardı”, “Şeriatçı Öğretmenler”,

• 5 Ekim, Milliyet, “Cuma’da Tahrik/Kocatepe’de Şeriat provası”, “Taliban değil

Aczmendi”, “Şeriattan kaçıyorlar / Afganistan’dan bildiriyor-Özel Yazı dizisi”,

“10 Kasım’a Sınav konuldu”, “Avukatlara Türban izni”, “Savcılar gerekeni yapıyor”

• 14 Ekim, Milliyet, “Refah’ın iki yüzü”, “Hoca’nın Atatürkçülüğü”

• 16 Ekim, Sabah, “Elçilerden Muhtıra / Çiller’e Büyükelçilerden Diplomatik Muhtıra

• 20 Ekim, Milliyet, “Aşiret Devleti gibi / DYP’den istifa eden Gencay Gürün’ün

açıklamaları”, “Türbanlı Yargıç Milliyet’e konuştu”

• 21 Ekim, Cumhuriyet, “Demirel’in rejim dersi”

• 12 Kasım, Sabah, “Harp okullarına sızma planı”, “Ata’nın büstüne çirkin saldırı,

“Karatepe olayı/ Anap ve DSP’: Görevden alınsın”,

• 14 Kasım, Milliyet, “Gidin başkaları gelsin / İş dünyası isyan etti”, “Refahlı

Şimdide Mehmetçik’e taktı”

• 20 Kasım, Milliyet, “Bu kafayla 2000’e”, “Hoca’dan Fasa fiso”

• 22 Kasım, Hürriyet, “Sivil Toplum Ayakta”

• 11 Aralık, Milliyet, “Erbakan İmzaladı / Başbakan Direndi, Ordu taviz vermedi.

58’i irticacı, 69 Subay ve astsubayın TSK ile ilişikleri kesildi

• 13 Aralık, Sabah, “Ordu Rahatsız”

• 29 Aralık, Hürriyet, “Böyle basıldı /Aczmendi Lideri Müslüm Gündüz’ün

Fadime Şahin’le basılma anı”

 

DEVAMI HAFTAYA GAZETENİZDE....

 

 

RIFAT BAKAN



(B.B.B.Kültür A.Ş.Gnl.Müd.)

O dönemleri bire bir yaşayan,kendi kızları ve diğer kız çocukları için mücadele eden,Bursa‘da yaptığı mücadele ile ciddi şekilde diğer illere örnek olan o dönemin MAZLUM-DER Başkanı Rıfat Bakan’dan 28 Şubatı dinledik....

28 ŞUBAT DENİLDİĞİNDE İLK BAŞÖRTÜSÜ KONUSU ÖNE ÇIKTI;

Çünkü onlarda biliyordu ki tepki kargaşa bu konudan başlayacaktı. Bursa’da 28 Şubat’ın en unutmayacağımız manzarası tabiki Uludag Üniversitesi’nde jandarmaların otobüslerden başörtülü kızları ellerinde joplarla aşağı indirmeleridir.Bunu bir Yunan askeri yapmadı,bizim askerimiz yaptı ve bunu yapanlara baktıgınızda hangi değerlere ait yaptılar sorgulamak lazım.Ben o dönemde de bunları söyledim,onların bu ülkenin insanı olmaları mümkün değil,dikkat ederseniz saldırdıkları şey bir milleti millet yapan değerler neyse ,onları yok edecek şeyler yaptılar.Bunların ne Türklükle ilgisi vardı ne Müslümanlıkla ilgileri vardı.

BURSA BİR TUFAN YERİNE DÖNDÜ

İlk İstanbul Üniversitesi’nde başladı eylem,ve sonra Bursa’da devam etti,Bize haber geldi İmam-Hatiplerde başlayacak başaörtüsü yasağı diye ve ilk Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde  başlayıp sonra Gemlik İmam-Hatipte devam etti... Polis okulu çevrelemişti ve çocukları içeri örtülüler diye almıyorlardı,iki avukat arkadaş çok yardımcı oldu bize orda ve şuan birisi Belediye Başkan vekili şuan Gemlikte.Sonra Orhangazi’de başladı,yine çok zor günlerdi ve sonra Bursa  İHL’de başladı. Bursa bir tufan yerine döndü,Günlerce veliler oradan ayrılmadılar.Kar yağıyordu ve o çocuklar ve veliller günlerde dışarıda bekledik.İdareciler adına müslüman denen idareciler çocukları özellikle içeri almıyorlardı. Hiç unutmadığımız bir kızımız vardı, Dilek Gürgen isminde, Nilüfer İmam-Hatip’te içeri alınmadığında  karşıdan karşıya gecerken kamyonun altında kalıp bir bacağını kaybetmişti,oda şuan Bosna’da hala  okuyor, ve binlerce öyle memuriyetten atılan,okulundan olanlarımız var ve psikolojileri bozulup,ilaç alanlar,terapi görenler...

NE OLURSA OLSUN BURADA SADECE SUÇLU DARBECİLER DEĞİLDİ...

Hepimize düşen bir sorumluluk vardı. Resulullah(SAV) der ya“Küfür tek millettir”diye. Bir yanda müslümanlar vardı bir yanda da öbürleri,ve öbürleri hiç bir zaman bize dost olmadılar. Ve bu yaşananlar hepimizde unutulmayacak  bir travma oluşturdu. Benim beynimin durduğu nokta şu ki; Uludağ Üniversitesi’nde yaşananlar ve Rektör Ayhan Kızıl’ın tutumu kaldı ki kendisini tanırdım ve milletini seven Milliyetçi diye bilirdim, ama o darbe olunca insanların o makamlarını tutabilmek için nasıl değiştiklerini çok iyi gördük.Ama şimdi ne oldu, hiç bir zaman zulümle abad olunmaz.... sonraki rektörde de yine aynı sorunlar yaşandı....sen çıkacaksın sırf başını örtüyor diye bir otobüsü durdurup adı Mehmetçik denen, Muhammed’in ordusu denen askerlerle o kızlarımızı zorla otobüslerden indireceksin. Olayın kötü tarafı bu,dedim ya darbeciler başka, uygulayanlar başka... Herkes hoşgörü gösterebilir ama ben hala kin ve nefretle bakıyorum yüzlerine,benim gibi bir çok insanda öyle, o genç kızların beddualarını aldılar... Benim iki kızımda Bosna’da okudular ve daha yeni bir tanesi okulunu bitirdi geldi... Geçmişe doğru baktıgınızda 60 ihtilali de çok ağırdı,28 Şubat da çok ağır bir darbeydi kim ne derse desin, hatta diğer ihtilallerden de daha kötüydü, kötülüğü şu anlamda, baskısının uzun süre devam etmesiydi, yoksa 12 eylül ile karşılaştırdığımızda  bizde biliyoruzki işkenceler zulümler daha feciydi, dörtyüz ellibinden fazla insan işkence tezgahından geçti ama 28 şubattaki feciydi,bir darbe var ve yöneticiler siviller tarafından yönetiliyordu ve etkisi 2008‘e kadar çok rahat sürdürmüştü. Çok eskilerede baktığınızda sorunların kaynağı hep devlet olmuş,mesela bir terör olayını yaşıyoruz otuz yıldan fazladır,bu sorunlar hala yaşandığına göre, siz bu sorunları önceden görüp çözüm bulamadıysanız demekki siz yönetmesini bilmiyorsunuz yada başka yerler adına çalışıyorsunuz. Şimdi Başörtüsü olayına gelelim,olmayan şeyi sorun ediyorsun,bir topluma bir travma yaşatıyorsun, bir sürü acılar çektiriyorsun... Ve bu toplum yine çok sabırlı... Sorun yoktu çünkü, hep beraberce okuyordu çocuklar.

NE KADAR ADİLSEN O ZAMAN İYİ BİR YÖNETİCİSİN...

Devlet yöneticilerinin hepsi için söylüyorun,Seni sen yapan şey,ne kadar adilsen o zaman iyi bir yöneticisin,ama sen öyle yapmamışsın ,bu milletin kendine dair ne kadar değeri varsa dibine dinamit koyuyorsun patlatıyorsun ve sonra da niye patladı diyorsun... Bursa’da özellikle Çevik Bir’in yapmak istediği buydu,şiddet çıksın istiyorlardı,bütün Bursa’da denedikleri tezgah buydu.Ama bizde MAZLUM-DER olarak ozaman ve ozamanki diğer bir araya geldiğimiz bütün gruplar olarak,her daim protestomuzu yapacağız, hiç geri adım atmayacağız ama şiddete de zerre kadar izin vermeyeceğiz diyorduk ve bunuda ısrarla uyguladık. En son Yeşil’de kızlarımızı joplamışlardı ve o görüntüler hala duruyor,istedikleri şiddete dökülecek birşey olsun ki ve zaten insanları listeleyip fişlemişlerdi ve toptan hepsini içeri atmaktı,tezgah buydu... Türkiye’de de baktığınızda barıştan sulhtan bahsedenlerin çoğu eli en kanlı olanlar... Asıl Türklükten bahseder ama Türk bağını onlarda göremezsiniz,Anadolu ile bağları bile yok çoğunun,bir kısmıda bunlara uyan isimlerdir,ama sonuç hüsran... O gün o insanlara yalakalık yapanlar bugun bu iktidara karşıda aynı şeyi yapıyorlar... Benim solcu ve ateist arkadaşlarımda vardı ve bakıyorsun onlarda başörtüsünden dertli,neden çünçü onunda bir yakını bu sorunu mutlaka yaşamıştı, sonra insanlar namaz kılıyor diye fişlendi, peki insanlar namazda kılmasın,başınıda örtmesin, peki istediğin insan tipi nasıl bir tip... Ozaman ki Türkiye ‘ye baktığınızda gece yarısı gözaltılar vardı. Beni de bir gece yarısı hiç bir sebep yokken gözaltına aldılar,sonra hakim karşısına çıkardılar,ve tutuklama vermeden serbest bıraktılar,yok yere cuma akşam alıp ve Pazartesi akşama kadar nezarette beklettiler. Bütün müslüman grupların üzerinden böyle geçildi.Şimdi sen böyle haksız gözaltılar yaptın zamanında ve yargılama yapılmadan...

BİZ BUNLARI HİÇBİR ZAMAN UNUTMADIK,YAZDIK BİRYERLERE.....

Gözaltına aldılar iyi mi ettiler, evet iyi yaptılar çünkü biz anladık anlamamız gerekenleri ve işte bu noktada MAZLUM-DER’i 1998 Mayıs ayında kurdum ve ondan sonra ciddi de mücadele başladı,kök de söktürdük. Bursa yaptığı mücadele ile ciddi şekilde diğer illere örnek oldu. Bizimde gözlerimiz açıldı,farkına varmadığımız diğer zulmedilen kesimleri gördük,İnsan onuruna yapılan ağır hakaretleri vs. Hemen hepsini ozaman gördük. Türkiye bugun demokratik bir yapıya geldiyse ozamanki insan hakları mücadelesine iyice bakmak lazım. En önemlisi sisteme karşı bir güvensizlik oluştu ve biz müslümanlara düşen onların davrandığı gibi davranmamak, zulme zulumle karşılık vermemektir,bu bizim kimliğimiz, bu bizim inancımız,biz bunları yaparken onların deyimi ile takiyeyle yapmayız,takiyenin en büyüğünü onlar yaptılar, yok benim annemde başörtülü,benim ninemde hacı falanda filan...  Burda bir diğer hususta politikacılar... Onların ciddi derecede ele alınması lazım, Şu tanım çok önemli “politika çözüm üretme sanatıdır”, politikacı ise çözüm üretme sanatına sahip kişilerdir.ama bizde politika öyle işlemiyor, Eğer iyi politikacılarımız olsaydı, o dönemde zoklukların içinde mücadele edip toplumu feraha çıkarmasını bilmeliydi.Bundan sonra politikacılara daha fazla önem verilmeli ve iyi insanların yetişmesi için toplumca çaba sarfedilmelidir.  Bizim bu kinimiz elbette bitmeyecek,çok kötü şeyler yaptılar çünkü,şu söz ağızlarından çıksaydı bir nebze de içimiz ferahlardı“ biz yanlış yaptık,bilmediğimizden yaptık” ...Ama buna benzer tek bir laf çıkmadı ağızlarından. Dedim ya bu ülkenin insanı değillerdi. Bilakis onlar dediler ki; biz bütün ilahiyatçılarla konuştuk “aslında Kur’an da öyle bir ayet yokmuş” dendi,işte bunu affedebilmemiz  mümkün değildi.Bizde o günün şartlarında gereken cevabı verdik....

 

ARİF ÇELENK

Asder Gnl. Bşk. Yrd.



28 Şubat sürecinde görevinden uzaklaştırılanlardan biri de Arif Çelenk. YAŞ mağduru olan Arif Çelenk o günleri şöyle anlatıyor bize…

“OYSA CİHAT RUHUYLA DOĞU’YA GÖREVE GİDEN BİZDİK’’

Orhan Taşanlar’ın da Bursa’da bulunmasını avantaj sayarak Bursa pilot bölge seçilmişti. Şimdilerde masal gibi anlatılanları o dönemde biz hayatın gerçeği olarak yaşıyorduk. Kutsal bildiğimiz görevi yaparken, amirlerimiz tarafından odaya çağırılıp elimize sarı zarf verilmek suretiyle mesleğinizden uzaklaştırıldığınız söyleniyor. Üstelik en başarılı olduğunuz, en sevilenlerden olduğunuz, birçok madalya aldığınız dönemde. Oysa herkesin Doğu’ya gitmeyi reddettiği dönemde cihat ruhuyla Doğu görevini kabul eden bizdik. Ailemiz, çocuklarımız karakolluk oldu.Eşlerimiz o süreçteki sıkıntıları kaldıramadığından bir çoğu cezai ehliyetlerini kaybetti. Bir çoğu ağır şeyler yaşadı.

“EŞLERİMİZ, ÇOCUKLARIMIZ O KARA GÜNLERİ HALA UNUTAMADI’’

Ordu’dan atıldım, iş bulmam lazım ama bulamıyorum. Askerin o dönemde Başbakan’dan, Cumhurbaşkanı’ndan daha güçlü olduğunu o dönemde anladım. Eşlerimiz, çocuklarımız bugün hala o kara günleri unutabilmiş değil.

28 Şubat’ta 3 bin kişiye yakın asker YAŞ kararları ile ordudan uzaklaştırıldı. Bize sahip çıkılmamış olması zaten o dönemde Müslümanların ne durumda olduğunu yeterince açıklıyor zaten.

“TERFİ ALABİLMENİN YOLU İRTİCACI FİŞLEMEK OLMUŞTU’’

Komutanlar terfi edebilmek için, bir avcı gibi daha fazla sayıda irticacı askeri ordudan atma yarışına girmişlerdi. Çünkü daha çok sayıda irticacı fişleyen terfi alıyordu. Şimdi bazı şeyler değişti, makam onlarda iken bize bu zulümleri yapanlarla, daha sonra başka şartlarda yine karşılaştık. İnanan insanlardık ve elbette aynı tavırla karşılık vermedik. Ama o günleri unutmadık da… Ailelerimiz de unutmadı. Çocuklarımız oldukça ufak yaştaydı ve durumu açıklamak oldukça zordu. Çocuklarımıza ‘’ çünkü senin annen başörtülü ve bende namaz kılıyorum’’ demek zordu. Açıklayamıyorduk. Velhasılı şimdilerde masal gibi anlattığımız bu zulümler, bizim hayatımızın gerçeği olarak o dönemde yaşandı ve izleri hala duruyor…

VEYSEL AŞKIN Avukat



28 Şubat  ile ilgili görüşlerine başvurduğumuz  ve o dönemde mağdur öğrencilerin vekil avukatlığını yapan Avukat Veysel Aşkın sözlerine şu istatistikle başladı. ‘’60 ihtilali alttan yukarı yapılan bir darbeydi ve o dönemde bile ordu ile ilişkisi kesilen asker sayısı bu kadar değildi. 28 Şubat ‘taki  ordu ile ilişkisi kesilen asker sayısı 13- 14 bin civarında. Durumun vehametini siz düşünün.

’İKİ MİLYON İNSAN ÖLSE NE OLACAK Kİ?’’

Pek çok  şeyi halının altına atmak gibi bir alışkanlığımız var. Dolayısıyla bizde 28 Şubat ‘ın muhasebesini yapmadık. ‘’2 milyon insan ölse ne olacak ki?’’ diyen bir Çevik Bir’den söz ediyoruz.

Süreç başlayıp tutuklanmalar olunca bizim gibi dediğimiz insanların davranışları beni daha çok ürpertmişti.

Süleyman Demirel’in ‘’irticacılar Arabistan’a’’  sözü dolayısıyla ben dava açmıştım. Vasil tayin edilmesi hatta tedbiren TV’ye çıkması engellensin diye, o dönemde onca çabamıza rağmen, VAKİT GAZETESİ’de dahil bizden dediğimiz hiçbir gazete bu konu da haber bile yapmadı.

Şunu söylemek lazım, o dönemde bizim erkeklerimiz, kızlarımızı yalnız bıraktı. Tabiri caizse satışa getirdiler. Sanki kendi üzerlerine düşen tüm görevleri yerine getirmiş gibi hayatlarına devam ettiler. Pek çoğu önlerinde ceket iliklenecek mevkilere geldiler ve bu dönemde yapılan zulümleri unutuverdiler.  Sadece erkeklerimiz de değil, bu davayı herkes 14-15 yaşındaki kızların omuzlarına bıraktı. Aileler bana gelip ‘’ seni dinlerler’’ diyerek kızlarını başlarını açmaları konusunda ikna etmemi istiyorlardı. Bizim durumumuzda aslında oldukça vahimdi.

‘’ÖBÜRLERİNE KIZIP KENDİMİZİ GÖRMEZDEN GELİRSEK…’’

Bazı şeyleri eleştirirken elbette ki dönüp kendimizi de sorgulamalıyız. O dönemde bankalar 60 milyar dolar civarında hortumlandı dendi. Peki bizden dediğimiz holdinglerden, bizim çocukların  hortumladığı para ne kadardı? Bizim bildiğimiz tesbit edilebilen rakam 30 milyar dolar civarında ve bu rakam gerçeğin yarısı bile değil. Birileri bizim çocuklarımızın istikbalini, diplomasını, yaşama sevincini,hayata tutunma vesilelerini çalarken, paslayarak diğer hırsızlara da onların babalarının paralarını çaldırttılar.bunun ben danışıklı olduğunu düşünüyorum. Oturup kararlaştırılmış bir şey değilse bile sonucu itibariyle durum böyle oldu.  Biz öbürlerine kızarken kendimizi görmezden gelirsek eğer vebal alırız…

‘’ROZETLERİ KENDİLERİNDEN BÜYÜK  ADAMLAR…’’

Görmezden gelemeyeceğimiz şeyler çok fazla elbette. O dönemde hiçbir siyasi sağlam bir duruş sergileyemedi. Bazı toplantılar yapılırdı konu ile ilgili ve birçok vaadler verilirdi ama sonunda şu cümle ile… ‘’Biz sizin arkanızdayız, mücadelenizi destekliyoruz, legal olarak mücadelenizi sürdürün ve bu mücadelenin legal olup olmadığını da gelin bize danışın’’ şimdi söylem bu olunca, biz şunu anlıyoruz; mücadelenizin sınırını biz çizeriz, neyi yapıp neyi yapmayacağınıza biz karar veririz. Oysa haklının yanında olmanın bir ölçüsü olamaz ki…Zaten o dönemde bize böyle insanlar değil, daha somut şeyler yapan insanlar lazımdı, rozetleri kendilerinden büyük adamlara ihtiyaç yoktu ki…Sonuç olarak hiçbir siyasi nitelikli bir duruş sergileyemedi. Yalnızca Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu kayıtsız şartsız tepkisini sonuna kadar koymuş ve bir duruş sergilemiştir. Diğerlerinin toplamından çok daha fazla tavır koymuştur.

“KENDİ ÇOCUKLARINI İMAM-HATİP’TEN ALIP KOLEJE GÖNDERDİLER’’

Naylon poşetten simitçiye kadar herkesin fişlendiği bir dönemde herkesten düzgün bir duruş beklemek mümkün değil ama bazıları o tavrı sergilemeliydi…O dönemde İmam-Hatip’ler için elele yürüyüşüne katkıda bulunmak için Türkiye genelini dolaşan yazar-çizer, aktivist, gazeteci,entelektüel muhafazakarlarımız  kendi çocuklarını İmam-Hatiplerden aldılar, kolejlere gönderdiler.  Başkalarının çocukları için siz orda kalın, ayrılmayın, aman kavganıza devam edin diyerek Türkiye’yi dolaştılar.

Mesela bizdeki kompleksle ilgili aklıma şöyle bir örnek geldi, Ankara’da bir toplantı yapıldı. Bütün yargı mensupları çağrıldı. Salona Çevik Bir girdi, hepsi toptan ayağa kalktı. Çevik Bir’in tek el hareketiyle oturdular. Çevik Bir emirlerini salona sıraladı. Buraya kadar normal saysak bile, şunu normal sayamıyorum. O toplantıya çağırılmayan, tabiri caizse bizim mahalleden olan ve o toplantıya çağırılma lüzumu görülmeyen bir grup yargı mensubu bizi niye çağırmadınız diye veryansın etti... Bize de imza için gönderdiler. Şimdi düşünüyorum da bu nasıl bir komplekstir?

Biz o dönemde idareye mesai ile bağlı olmayıp, vicdanı ile bağlı olanları da biliyoruz. Mesai ile bağlı olup vicdanını bu konuda sorumlu hissetmeyenleri de biliyoruz…

GÜLTEN SAMUK

28 Şubat sürecini üniversite öğrencisi olduğu dönemde yaşayan ve özellikle üniversitedeki son iki yılını alternatif çözümler üreterek, güçlükle tamamlayan Gülten Samuk, bize yaşadıklarını anlatırken, yaşadığı üzüntü hala gözlerinden okunacak kadar taze idi… Tüm öğrenim hayatını derece alarak geçiren ve mezuniyet günü derecesi verilmeyen Gülten Samuk o dönem yaşadıklarını şöyle anlattı;

HOCALAR ISRARLA SORARLARDI;

“AÇACAK MISINIZ? AÇMAYACAK MISINIZ?

‘Lise sonda kapanmıştım ve açıkçası bu camia ile ilgim yoktu. Ama madem ki ayeti öğrenmiştim, gereğini yerine getirmem gerekiyor diye düşünüyordum. Ben 94 – 98 yılları arasında üniversitedeydim, 1-2 yıl her şey güzel geçti, stajlarımızda sorun yaşamaya başlamıştık, 3. sınıfta ilk önce bizi içeriye almamaya başladılar, Ben her zaman dereceler almış bir öğrenciydim ve okula alınmamak kapılarda azarlanmak insan olarak çok zoruma gidiyordu. İçeriye girdiğimizde de ‘’şunu imzalayın’’ diyerek bir evrak  uzatıyorlardı, biz o zamanlarda gerçekten korkuyorduk. Ailelerimiz vardı, geleceğimizi yakmak olarak nitelendirilen bir davranış içindeydik. Bizi ikna odalarına alırlardı. Benim soruşturmamı yapan danışman  hocam, çok iyi anlaştığım bir hocamdı. Sosyalistti. Bana ailemin bu durum karşısında benden nasıl bir davranış beklediğini sordu. Bunu diğer hocalarda ısrarla sorarlardı.

AÇACAK MISINIZ?

AÇMAYACAK MISINIZ?

Üniversitede dereceye oynuyordum ve soruşturma açılırsa derecemi alamayacaktım. Koridorlarda selamlaştığımız hocalarımız artık başını çevirir hale geldi, hatta selamımızı almamak için yolunu değiştirenler oluyordu.

‘’BİRİLERİ VARDI VE BÖYLE

OLMASINI İSTİYORLARDI’’

Sonrada oldukça vahim şeyler yaşadım. Bana o süreçte birkaç konuda fikir verip yol gösteren (haksızlığı düzeltme konusunda)  hocamı, Doçentliğini vermemekle tehdit etmişler. Hocamın telefonda benimle konuşurken titreyen sesini asla unutmayacağım…. Birileri vardı ve böyle olmasını istiyorlardı, bütün bunlar da o sebeple başımıza geliyordu. Mezuniyet günü gelmişti, gidip gitmeme konusunda emin değildim, ama gittim. Kenarda duruyordum ve beni uyardılar. ‘’ Gülten 3. oldun ertesi gün dekanın odasına gelirsen belgeni alırsın…’’ Törende ismimi okumadılar tabi ki… Cüppeyi yere atıp, kürsüye doğru koştuğumu hatırlıyorum, bazı şeyleri anımsamam mümkün değil, kendimi kaybetmiştim çünkü. Kürsüde bir şeyler söyledim. Ertesi gün soruşturma açıldı. Okulun adını kötüye çıkaracak denilerek…

Sonra çalışma hayatı başladı, o süreç de hep kaçmakla saklanmakla geçti, sanki bir ayıbımız varmış gibi. Çok fayda etmeyecek rakamlarla çalıştığımıza şükreder durumdayken, bir de baktık ki meğer sigorta primlerimiz yarım yamalak yatmış, bazen hiç yatmamış. Biz bunun sebebini sorduğumuzda da bizden diyeceğimiz ağabeyler ablalar ‘’ama biz seni risk alarak çalıştırıyoruz’’ dediler. Belki de en acısı buydu, bizden dediklerimizin, bizden SAKINCALI olarak bahsetmesi…Anlatırken bir hikaye, bir anı gibi gelse de o günleri hep bir boğaz yumrusuyla hatırlıyoruz…. Ayetler, Efendimizin (s.a.v) hayatından örnekler yardımcımızdı hep… Şimdi aradan bunca yıl geçip de gelişmeleri gözlemlediğimde tek diyebildiğim ZALİMLER İÇİN YAŞASIN CEHENNEM’’
Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.