SON DAKİKA
Hava Durumu

Tarlada biten vatan sınırı

Yazının Giriş Tarihi: 06.09.2016 23:10
Yazının Güncellenme Tarihi: 06.09.2016 23:10
Samsun’da Tarlasını sürmekle meşgul bir çiftçinin yanına giden Mustafa Kemal Paşa’nın “ülkenin bir felaket içinde olduğunu bütün millete fedakarlıklar düştüğünü” anlatması üzerine aynı köylünün, benim için vatan bu tarlanın sınırlarından ibarettir, düşman tarlamın sınırına gelmedikçe kılımı kıpırdatmam” dediği hikaye edilir. Yine Batı Cephesine giden İsmet Paşa’nın Bursa-Bilecik istikametinde yol alan bir müfrezenin komutanına, işgalin gittikçe yayıldığını ve bunun tehlikelerine işaret ettikten sonra kulağına eğilerek: “aslında millette bize karşıdır” diye söylediği anlatılır.

Bu hikayeler ne derece doğrudur, bunları belgelemek ispatlamak hayli zordur. Ancak bu tür hikayelerin sıkça hatırlatılmasının, yazılmasını önemli nedenleri vardır. Bir defa milletin işgalcilere karşı direnmek gibi bir fikrinin olmadığı, hatta böylesi fikirleri makul karşılamadığı iddiasını teyit için bu hikayelere yer verilmektedir. İkinci olarak M.Kemal Paşa’nın “kurtarıcılığını” vurgulamak için bu hikayeler önemlidir. O “işte böyle bir milleti bile işgalcilere karşı savaşmanın gereğine türlü yollarla ikna etmiş” birisidir.

Genel olarak dönemin yöneticileri başta padişah Vahdeddin olmak üzere “haindir”, millet ise, sorumluluğunu kavramaktan aciz, vatan fikrinden uzak bir topluluktur. İşte bu şartlarda ortaya çıkan “bir kurtarıcının” her şeyi değiştirdiği iddiası sıkça tekrarlanır.

Hatırlanmalıdır ki milli mücadelenin ana omurgasını “kuvay-ı milliye” adlı yerel teşekküller meydana getirmiştir. Bu teşekküller ise büyük ölçüde İttihatçıların oluşturduğu, hazırladığı yerel kuvvetlerdir. Kuvay-ı milliye daha çok güney ve batı cephelerinde ortaya çıkmıştır. Doğu Anadolu’da kuvay-ı milliye adıyla yerel kuvvetler yoktur.

Çünkü Mondros Mütarekesi’ne bağlı olarak güney ve batı cephesindeki askeri kuvvetler, bu cephelerdeki kuvvetler tarafından terhis edilmişken, doğu cephesindeki kuvvetler burada görevli komutanlar tarafından terhis edilmemiştir. Savaşın son iki ayında M.Kemal Paşa güney cephesinde üç ordudan oluşan Yıldırım Orduları Grubu komutanıdır. Mütarekeye kadar bu üç ordu adeta buharlaşmıştır. Mütarekeden sonra ise bu orduların yalnızca adları ve hüzünlü anıları, büyük kayıpları kalmıştır. Komutan M.Kemal Paşa ise komutayı Adana’da bırakarak İstanbul’a, hükümette yer almak, bakan olmak hayali ile Kasım 1928’de  İstanbul’a gitmiştir.

Buna karşılık işgalcilere karşı ilk direnişte Kasım 1918’de Hatay/Dörtyol’da başlamıştır. Dörtyol’dan başlayan Kuvay-ı Milliye direnişi bütünüyle güney ve batı cephelerini kaplamıştır. Antep, Maraş, Urfa gibi iller doğrudan bu Kuvay-ı Milliye gruplarının kararlı mücadeleleri sonunda başarılı olmuştur. Batı’daki kadar büyük ve yaygın olmasa bile Karadeniz bölgesinde de Rum çetelerine karşı kıyasıya bir mücadele başlamıştır. M.Kemal Paşa’nın Samsun’a gönderilmesinin ve bunu İngilizlerin onaylamasının temel nedeni de Samsun’da Türklerle Rumlar arasında gittikçe artan savaştır. Doğu’da ise Ermenilere karşı mücadele doğrudan düzenli ordu tarafından yapıldığı için “kuvay-ı milliye” benzeri teşekküllere ihtiyaç olmamıştır.

Düzenli ordunun batı cephesine doğudan taşınması ve batıdaki kuvay-ı milliye gruplarının orduya alınması ile bu cephede de savaş düzenli ordu ile yürütülmeye başlamıştır. Düzenli ordunun ihtiyaçlarının karşılanması dönemin ulaşım zorlukları içinde, ordu malzemelerinin taşınması bile halkın büyük fedakarlıkları ile mümkün olmuştur.

İşgalcilere karşı yürütülen savaştan kaçanlar, sorumluluklarını savsaklayanlar elbette olmuştur. Ancak “su-i misal emsal olmaz” kuralına bağlı olarak, millet çoğunluğunun büyük fedakarlığı yok sayılarak, askerden kaçan yada vergisini vermeyen sefil bir azınlığın abartılması, bütün bir milletin öyle davrandığının iddia edilmesi her şeyden önce milletin aşağılanmasıdır. O büyük ve aynı zamanda adı “milli mücadele” olan savaşın yalnızca bir kişinin eseri, marifeti gibi takdim edilmesi millete karşı bir nankörlük örneği değil midir?

Günümüz şartlarında her çeşit yüce değeri kendi kişisel menfaatleri ile sınırlı bilen, vatanı kendi çıkarlarından ibaret sayan, ülkeye millete karşı sorumluluklarını angarya gibi gören bir azınlık grubu yok mudur? Böyle bir grubun takıntılı menfaat ihtirasları abartılarak bütün milletin ortak özelliği bunlardan ibaretmiş gibi takdim edilmesi büyük bir nankörlük örneğidir.

Bir milletin fedakarlıkları, faziletleri, dünyanın neresinde bir isim üzerinde toplanmaya çalışılmıştır? Böyle bir toplama çabası o isme gerçekten bir şey kazandırır mı? Cahiller nezdinde belki bir şeyler kazandırmaktadır. Ancak cahillerin nezdinde ki kanaatler ise güneşin doğması ile birlikte kaybolan karanlıklar gibidir. Güneşle birlikte bir cehalet üzerine, karanlık üzerine bina edilen efsanelerin kaybolduğu görülmektedir. Millete karşı nankörlük etmeyi, onu aşağılamayı marifet bilen cahillere ise yalnızca nankörlükleri, utanmazlıkları kalmaktadır.Oysa insan cinsinin en önemli özelliği kadir bilir olmasıdır. Milletin dününü aşağılayarak bu gününe ayar verdiğini zannedenler yalnızca kendi sığlıklarını ve ayarsızlıklarını açığa vurmaktadırlar.
Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar
Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.