SON DAKİKA
Hava Durumu

Yunus Emre'nin mezhep savaşlarını engellemesi

Yazının Giriş Tarihi: 09.11.2016 22:46
Yazının Güncellenme Tarihi: 09.11.2016 22:46
Mezhep, zehebe kökünden türeyen Arapça bir kelime’dir. Gidilen, tutulan yol, felsefi çığır, dinin şubelerinden birisi anlamında kullanılır. Müçtehit sayılan kişilerin, “kendi içinde tutarlı bir metot ve düşünce sistemine sahip, itikadi ve ameli doktrinler –ilkeler-manasına gelir.”

İslam literatüründe ameli ve itikadi diye iki ana sınıfta toplanan mezheplerin başlangıcı aslında Sahabe döneminde ki siyasi tartışmalara, gruplaşmalara dayanmaktadır. Sonraki yüz yıllarda ise ameli konularda ki görüş, içtihat farklılıkları da ameli ya da fıkhi denilen mezheplerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.

İslam tarihinde mezhep farklılıkları yönetimlerin bazen işini kolaylaştırmış, mezhebi farklılıklarla meşgul olan kitlelerin dikkati yöneticilerin zaafından zulmünden uzaklaşmışken bazen de istikrarın devamı için önemli bir tehdit özelliği taşıyarak yöneticilerin işlerini zora sokmuştur.

Bu durum sadece İslam dünyası için değil, Hıristiyan dünyası için de fazlası ile geçerlidir. Hatırlanmalıdır ki Katolikler ve Ortodokslar biri birlerini farklı dinlerin bağlıları gibi tekfir ederken Rönesans ve reform hareketlerinden sonra başlayan yüz yıl, otuz yıl savaşları temelde mezhep savaşları olmuştur. Avrupa da bu savaşlar nedeniyle ölenlerin sayısını bile bilmek neredeyse mümkün olmayacak kadar fazladır. Ama inanılmayacak ölçüde fazla olduğu kesindir.

İslam dünyası Avrupa’da ki kadar büyük bir facia yaşamamış ise de Fatımiler, Büveyhiler, Safaviler, Gazneliler, Selçuklular ve Osmanlılar arasında görülen özünde siyasi ama bir mezhep rekabeti şeklinde sunulan rekabetler, savaşlar da büyük can kayıplarının yaşandığı kesindir.

Avrupa’da kiliseye dine karşı bir akımın laiklik adıyla ortaya çıkıp güçlenmesinden, siyasete egemen olmasından sonra mezhep rekabetleri savaşları ortadan kalktı diye yaygın bir iddia var ise de aslında Sanayi devrimi sonrasında, Avrupalıların rekabetleri savaşları mezhebi dayanmaktan kurtularak doğrudan daha çok sömürme isteğine dayandığı için Avrupa’da yeni yüz yıl ya da yeni otuz yıl savaşları tekrarlanmamıştır.

Oysa günümüzde İslam Dünyası örtülü bir sömürge hayatına devam etmektedir. İslam ülkelerinde yönetimin sınırları büyük ölçüde sömürgeci ülkeler tarafından tayin edilmektedir. Bu ülkelerin dışarıya açılarak rekabetlerini oralarda, sömürgeler üzerinde sürdürme imkanları yoktur. Yayılma ve genişleme ve etki alanlarını daha çok komşu ülkelerde aramaları istikrarı ortadan kaldırdığı gibi iç barışı da yok etmektedir.

Hangi İslam ülkesi örnek olarak seçilirse seçilsin, hiç birisinde kişiler aidiyet duydukları mezheplerini bilerek, enine boyuna anlayarak, kavrayarak seçmezler. Büyük kitlelerin mezhebi sosyal çevrelerine ve tarihi geleneklerine göre oluşur. Tebriz/Basra’da kini Şii eden nedenler İstanbul ve Kahire’de kini Sünni etmektedir. Esasen bir seçim ve bir gözden geçirme olacaksa bunu doğrudan kişinin kendisinin yapmasından daha doğal bir şey de olmaz. Doğup büyüdüğü sosyal ortam nedeniyle insanların duydukları mezhebi aidiyetleri, farklı mezhebi aidiyetlere düşmanlığın amacını gerekçesini de oluşturamaz.

Farklı dinlere tarihte gösterdikleri hoş görüleri ile bilinen Müslümanların, biri birlerine karşı aynı hoş görü sınavından başarılı oldukları söylenemez. Yine de siyasi iktidarların biri birlerine karşı olan düşmanlıkları, savaşlarının kalıcı düşmanlıklara yol açan örnekleri oldukça kısıtlı iken maalesef son zamanlarda kalıcı düşmanlıklar çoğalmaktadır. Biri birlerini hiç tanımasalar da aynı kıbleye yönelenlerin, kıbleden ayrılınca biri birlerine karşı kin ve nefretle pusuya yatmalarının meşru bir nedeni de henüz keşfedilememiştir.

Bazı kimseler “Gulat-ı Şia” ve “Gulat-ı Sünni” dedikleri akımların çalışma merkezlerinin Londra vb yerlerde üstlendiklerini oralardan yazılı ve görsel yayınları ile bu çatışmaları, düşmanlıkları körüklediklerini iddia etmektedirler. Hatta Ayetullah Muntaziri’nin Hatırat’ında yer aldığı şekliyle: “İngilizlerin, Sünni Müslümanların devam ettiği camilerde onları rahatsız eden mersiyeler okutturdukları gibi” alıntılarla da bu iddialara bir dayanak sunulmaktadır. Batılıların böyle düşmanlıkların devamını isteyecekleri kuşku götürmez.

Ne var ki bütün yanlışları, çatışmaları, düşmanlıkları batılıların çabaları ile izah etmek de inandırıcı değildir. Bir insan kendi hastalığını bilmezse aksine kendisine söylendiğinde de inkar ederse böyle bir insanın tedavi olması hastalığından kurtulması beklenilmez.

Irak’ın durumu bu hastalığın bir laboratuarı gibidir. Irak’ta eskiden beri Sünniler Şiiler vardı. İlişkileri belki çok yakın değildir ama asla bu ölçüde düşmanlığa da ulaşmamıştı. 2003’te ABD işgalinden sonra, işgalciler Irak’ı İran bağımlısı Nuri El-Maliki gibilere teslim ettiğinden beri Irak kıyamet şartlarını yaşamaktadır. İran kuklası hükümetlerin, Haşdi Şabi, bedir, Mehdi vb adları taşıyan hiziplerin arkalarına iktidar gücünü, ABD ve İran desteğini de alarak Iraklı Sünnilere yaptıklarının sorumluluğunu da gidip Londra veya başka bir batılı başkentinde aramak ipe un sermek gibi değil midir? Irak ve Suriye gibi ülkelerde görülen iç savaşlardan çıkış yolu olarak da Yunus Emre’nin “Dört dereceli din yorumunun” da bir çare olmayacağı açıktır.
Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar
Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.